30 Mayıs 2008 Cuma
Türk Dünyası Fikri Canlanıyor
Kırgız-Türk Manas Üniversitesi'nde (KTMÜ) konuşan Cengiz Aytmatov, "Öğrencilik yıllarımızda Türkiye'nin nerede olduğunu dahi bilmiyorduk. Sovyetler zamanında bizlere Türkiye hakkında hiçbir bilgi verilmiyordu. Şimdi ise KTMÜ çatısı altında tüm Türk cumhuriyetlerinden öğrencileri bir arada bulunduğunu görüyorum. Bu tabloyu yaşamak çok güzel bir duygu."dedi. 80 yaşındaki Kırgız yazar için, ülkede Aytmatov yılı ilan edildi ve kutlama törenleri yapılıyor. KMTÜ'de ise 22-26 Nisan tarihlerini Cengiz Aytmatov haftası olarak ilan edildi ve üniversitenin Cal Kampüsü'nde tören düzenlendi. Törene katılan Aytmatov gençlik yıllarında yaşanan siyasetten dolayı Türkiye'nin nerede olduğunu dahi bilmediklerini ancak zaman içerisinde değişen şartlar sayesinde artık daha da yakın olduklarını belirtti.
Kırgız yazar konuşmasında olması gerekenin hayata geçtiğini belirterek, "Ben 1976 yılında bir kitabımın tanıtımı için Türkiye'ye giden ilk Kırgızım. O zamanlar şartlar çok farklıydı. Oysa şimdi aradaki engellerin ortadan kalkması ile birlikte tüm Türk Dünyası birbirimize daha yakınız."dedi.
Dünyaca ünlü yazar Türkiye'ye her gidişinde çok iyi ağırlandığını vurgularken, kendi romanından uyarlanan Beyaz Gemi filminin Türkiye'de yeniden çekilmesinin gündemde olduğunu kaydetti. Aytmatov, Türkiye'ye gittiğinde hiç yabancılık çekmediğini söyleyerek, kendisini evinde gibi hissettiğini vurguladı. Sekseninci yaş günü dolayısıyla Türkiye'den de davetler alan Aytmatov, geçtiğimiz yıl 15. Hazar Şiir Akşamları'na katılmak üzere Elazığ'a gittiğini, orada açılan bir parka kendi isminin verilmesi dolayısıyla çok sevindiğini aktardı. Bu gibi şeyleri ortak kültürü geleceğe taşıma adına olumlu bulduğunu dile getiren Aytmatov, iki ülke arasındaki dostluk bağlarının gurur verici olduğunu sözlerine ekledi.
"AYTMATOV, ATATÜRK'TEN SONRA TÜRK DÜNYASI'NIN EN ÖNEMLİ İSMİDİR"
KTMÜ Rektörü Prof. Dr. Süleyman Kayıpov, kitaplarını okuyarak büyüdükleri Cengiz Aytmatov ile bir arada olmanın gurur verici olduğunu söyledi. Tüm insanlığa mal olmuş yazar hakkında konuşmanın gerçekten zor olduğunu vurgulayan Kayıpov, ulusun ruhunu, kültürünü ve tarihini en iyi şekilde anlatan Aytmatov'un daha uzun yıllar aralarında olması temennisinde bulundu.
Kayıpov'un ardından söz alan KTMÜ Rektör vekili Prof. Dr. Uğur Oral ise Cengiz Aytmatov'un Atatürk'ten sonra Türk Dünyası'nın en önemli ortak değeri olduğunu dile getirdi. Seksen yaşına basan yazara karşı Aytmatov haftası düzenlemenin kendileri için kaçınılmaz bir durum olduğunu aktaran Oral, belirli bir yaşa ulaşmış insanların karakterinin şekillenmesinde Aytmatov hikâyelerinin önemli bir yer tuttuğunun altını çizdi.
Öte yandan programa katılan Kültür ve Enformasyon Bakanı Sultan Raev, Milli Eğitim Bakanı Yardımcısı Ardak Ormonbekova, Bişkek Türk Büyükelçiliği birinci kâtibi Özgür Gökmen ve Kırgız Milli Yazarlar Birliği Başkanı Omor Sultonov birer kısa konuşma yaptı.
Konuşmaların ardından daha önce düzenlenen Cengiz Aytmatov Haftası Yarışması'nın ödül töreni yapıldı. Törenin ardından Aytmatov salondaki davetliler tarafından uzun süre ayakta alkışlandı. Öğleden sonra Aytmatov'un kitabından uyarlanan 'Al Yazmalım Selvi Boylum' filminin Türkçe versiyonun gösterimi yapıldı.
Tören sonunda gazetecilere açıklamada bulunan Aytmatov, Lüksemburg büyükelçiliği görevini tamamladığını kaydederek artık Kırgızistan'da kalacağını ve kalan ömrünü burada geçireceğini söyledi. 80 yaş kutlamaları için Türkiye'den de davet aldığını belirten yazar, kutlamalar için Türkiye'ye gideceğini söyledi.
Türkçe´nin Verdiği Kelimeler (Verinti) Sözlüğü
Türk Dil Kurumu (TDK) tarafından hazırlatılan, Türkçeden başka dillere giren kelimelerin yer aldığı "Verinti Sözlüğü"nün birkaç ay içinde tamamlanacağı bildirildi.
TDK Başkan Danışmanı Prof. Dr. Recep Toparlı, AA muhabirine yaptığı açıklamada, bugüne kadar Türkçenin başka dillerden kelime alan, başka dillerin boyunduruğu altına girmiş bir dil olarak gösterildiğini söyledi. Prof. Dr. Toparlı, TDK olarak işin gerçek yönünü ortaya çıkarmak amacıyla 'Verintiler Sözlüğü' adı altında bir çalışma yaptırdıklarını belirterek, bu yeni çalışmada Türkçeden yabancı dillere verilmiş 20 binin üzerinde kelime tespit edildiğini bildirdi.
Prof. Dr. Günay Karaağaç tarafından gerçekleştirilen bu çalışmada, Türkçeden Ermenice, Sırpça gibi başka dillere verilen kelime sayılarının fazlalığının göze çarptığına işaret eden Prof. Dr. Toparlı, şöyle konuştu:
"Mesela, bir Sırpça sözlüğünü açıp baktığınızda Türkçe sözlüğü zannedersiniz. Türkçeden Sırpçaya giren 9 binin üzerinde kelime var. Aynı şekilde İngilizce, Fransızca ve diğer dillere de çok sayıda kelime vermişiz. Rusçaya 2 bin 500, Bulgarcaya 3 bin 500, Sırpçaya 9 bin, Rumenceye 3 bin, Farsçaya 3 bin, Çinceye 300, Ukraynacaya 800, Finceye 118 kelime vermişiz. Sadece Ermeniceye 4 bin 262 kelime vermişiz, ama onlardan 25 kelime bizim dilimize girmiş. O kelimeler de zaten 'madik' gibi argo kelimeler. Türkçenin başka dillere verdiği kelimeler, 'döner, yoğurt ve dolmuş' gibi birkaç kelimeden ibaret değil."
--------------------------------------------------------------------------------
29 Mayıs 2008 Perşembe
“Çengiz Han” ve ” Aksak Temir Bek” Hakkında(Hüseyin Nihal ATSIZ)
Millî şuurun ve ilmî tarihçiliğin hâlâ gereğince gelişememesi, dinî taassubun hâlâ ruhlara hükmetmesi dolayısıyla tarihimizin bazı büyüklerine karşı saygısızlıkta bulunmak, yahut Türk ırkının şu veya bu bölümlerini birbirine düşman saymak gibi yanlışlıklar sık sık yapılmaktadır. Bunların arasında en yaygını Çengiz ve Temir düşmanlığıdır. Bu düşmanlığı yapanlar arasında Şarlman’la Şarlken’i birbirine karıştıran felsefeciler bulunduğu gibi tarihçi geçinenler de vardır.
Bu tarihçi geçinenlerden biri Türk soyunun güzelliği hakkında yazdığı bir gazete makalesinde yine dinî taassup sebebiyle Çengiz ve Temir’den “mahlûkat” diye bahsederek onların sarı “Moğol” ırkından olduğunu Türklerin ise beyaz ırkın mümessili olduğunu ileri sürdü.
Artık ilmî bir değeri kalmayan bu eskimiş sarı ırk, beyaz ırk tabirleri yanında muharririn Çengiz ve Moğollar hakkındaki son neşriyattan da habersiz olduğu, bu yazıları kırk yıl önceki ilmin kırıntılarıyla yazdığı anlaşılmaktadır.
Burada tafsilâta girişerek, bazı gençlerin sorularını cevaplandırmak üzere, şimdiye kadar varılan ilmî sonuçların özetini vereceğim:
1- Türklerle Moğollar iki kardeş millettir. Altay grubu denen akraba milletlerin en mühim iki tanesidir. Türkçe ve Moğolca eskiden tek dil olup ancak Hunlar çağında iki ayrı dil haline gelmiştir. “Hun - Türk münasebetleri” adlı tebliğ ile bunu iddia ve ispat eden Türk, Moğol ve Çin dilleri bilgini Von Gabain olmuştur. (İkinci Türk Tarih Kongresi, s. 895- 911, İstanbul, Kenan Matbaası).
2- Moğol kelimesini tarihe tanıtan Çengiz Han olmuştur. Kendisinden önce Moğollar’a (yani Moğolca konuşan boy ve uruklara) ne dendiği kesinlikle belli değildir. Sekizinci yüzyıla ait Orkun yazıtlarında görülen “Otuz Tatar” ve “Dokuz Tatar” adlı birliklerin Moğol olduğu ileri sürülmüşse de bu, bir faraziyeden ibaret kalmıştır: Çünkü bugün Moğolistan denilen eski Gök Türk ülkesinin ancak onuncu yüzyıldan başlayarak Moğollar’la dolduğu ortaya konduktan sonra Sekizinci Yüzyılın Otuz Tatar ve Dokuz Tatarlar’ın da Türk olduğu kendiliğinden belli olmuştur. Gök Türkler çağında adı geçen “budun”lardan Moğol olduğu kesinlikle bilinen ancak Kıtaylar’dır ki daha sonraki zamanlarda da tarihe Moğol olarak geçmişlerdir.
3- Fakat Çengiz’in “Moğol” topluluğu etnik değil, tıpkı “Osmanlı” tabiri gibi siyasî bir isimdir ve aralarında Türkçe konuşan veya Türk olan boylar ve uruklar da vardır.
4- Eserini On Birinci Yüzyılda yazan Kaşgarlı Mahmud, Tatarlar’ı, ayrı lehçeleri olan bir Türk kavmi olarak göstermiştir.
5- On Üçüncü Yüzyılda Büyük Çengiz İmparatorluğunu gezen Marko Polo, “Tatar” kelimesini Türkler’le Moğollar’ın ikisini birden kapsayan bir deyim olarak kullanmıştır.
6- Türkler’in kendileri de “Tatar”ı Türkler’in bir parçası ve belki de Doğu Türkçe’siyle konuşan Türkler olarak saymışlardır. Âşıkpaşaoğlu, tanınmış tarihinde Süleymanşah’la birlikte Anadolu’ya gelen Türkleri “elli bin miktarı göçer Türkmen ve Tatar evi” olarak kaydeder.
Osmanlı padişahlarından II. Murad zamanında, hicrî 843′te yazılıp tarafımdan yayınlanan bir tarihî takvimde Çengiz, Ögedey, Güyük, Mengü, Hülegü, Abaka, Keyhatu gibi Müslüman olmayan Çengizli kaanlar rahmetle anılmıştır. (Osmanlı Tarihine ait Tarihî Takvimler, s. 92-94, İstanbul 1961, Küçük aydın Basımevi). Yani On Beşinci Yüzyıl ortalarına kadar Türkiye’de aydınlar arasında bir Tatar düşmanlığı, Müslüman olmayan Türk’e düşmanlık diye bir şey yoktu. Bu müsamahakârlık Doğu Türkleri’ni veya Tatarlar’ı yabancı saymaktan, Çengiz Hanedanını millî bir hanedan saymaktan ileri geliyordu. Umumî bir müsamaha olsaydı aynı hoşgörürlük Bizanslılara, Ermeniler ve Gürcülere, Batılılara karşı da gösterilirdi.
8- Türkler’le Moğollar aynı kökten gelen iki kardeş millet olmakla beraber Çengiz Han, Moğol değil, Türk’tü. Çengiz’in Türklüğü tarihî geleneklerin dışında tarafsız çağdaş Çinlilerin tanıklığı ile de sabittir. Profesör Zeki Velidi Togan, 1941′de yayınladığı “Moğollar, Çengiz ve Türklük” adlı küçük eserinde, (s. 18) ve 1946′da yayınladığı “Umumî Türk Tarihine Giriş” adlı büyük ve değerli eserinde (s. 66) Çengiz Kaan’ı 1221′de ziyaret eden Çao-hong adlı bir Çin elçisinin verdiği bilgiyi nakletmiştir. Bu elçi, Çengiz’in eski Şato Türklerinden indiğini gayet açık olarak belirtmiştir. Şatolar ise, bilindiği üzere eski Gök Türkler’den inen büyük bir uruktur. Çengiz’in tipi hakkındaki tarihî bilgiler de (uzun boy, kumral saç, beyaz ten, yeşil göz) eski Gök Türk kağanlarınınkine uymaktadır. Çengiz’in aile adı olan “Börçegin”, “Börü Tegin’in Moğolca söylenişinden ibaret olduğu gibi “Çengiz” kelimesi de “Tengiz” yani “Deniz” kelimesinin Moğolca söylenişinden başka bir şey değildir. Türkçe’de “t” ile başlayan kelimelerin Moğolca’da “ç” ile başladığını Altay dilleri uzmanları söylemektedir.
Çengiz’in ailesi hiç şüphesiz eski Türk devlet geleneğine uygun olarak çok eski zamandan beri Moğollardan bir kısmı üzerinde (belki de Moğollaşmış Türkler üzerinde) beğlik eden bir Eçine Hanedanı kolu idi. Bu hanedanda Türk geleneklerinin devam etmekte olduğu Çengiz’in oğullarından Çağatay ve Ögedey’in adlarından gözükmektedir. “Çağa” ve “Öge” bilindiği üzere, Türkçe kelimelerdir.
9- Aksak Temir Bek’in bir Barlas gibi olması ve Barlasların Moğol uruğu sayılmasında Temir’in Türklüğüne engel değildir. Temir’in ailesi de Çengiz ailesinin bir kolu olup Barlas uruğu üzerinde beğlik etmiştir. Ruslar tarafından Temir’in mezarını açmak suretiyle yapılan incelemeler onun da uzun boylu ve beyaz tenli olduğunu ortaya koymuştur ki eski Arap ve Fars edebiyatlarındaki Türk tavsifine tamamen uygundur. Üstelik Temir’in anadili de Türkçe’dir.
10- Ne Çengiz ne Temir Bek, Aryanî tipinde değildi. Klâsik Türk tipi bazı sahtekârların iddia ettiği gibi Hind Avrupa tipi olmayıp Çinlilerle Aryanîler arasında orta bir tiptir. Mezarlardan çıkan kafatasları, eski heykeller, eski duvar resimleri ve tarihî tavsifler bunu gösterdiği gibi Arap ve Fars şiirlerinde de çekik gözlü Türk güzellerinin övülmesine dair birçok örnek vardır. Milâdî 1114′te, yani daha Çengiz’in ve Moğollar’ın ortaya çıkmasından ne kadar önce ölmüş olan Zemahşerî’nin bir Türk güzeli hakkında yazdığı şu şiirlere bakın:
“O ne kutlu bir gündü ki Yâfes kızlarından güzel ve cilveli bir kıza malik olmuştum. O güzel gözleri her ne kadar dar ise de sihir kârlık bakımından geniştir. Baktığı vakit gözlerinin karası görünürse de güldüğü zaman bu siyahlığın hepsi kaybolur.”
* * *
“Türk”‘ neslinden bir güzel kız beni kendi isteğimle ölüme doğru götürmektedir. O kızın kendi fettan, gözleri de öldürücüdür. Zaten Türk’ün öldürücülüğü meşhur değil midir? Bu kızın kardeşinin kılıcı ne kadar kesici ve öldürücü ise de bu hususta onun gözü erkek kardeşinin kılıcından daha kesicidir. Kardeşi, aldığı esirleri azad ederse de bunun esirleri azad kabul etmez. Kardeşi bazı insanların kanını dökerse de bu herkesin kanını dökmektedir. Kardeşinin elinde kâfirler feryad etmektedir. Bu ise Müslümanları inletmektedir. Ben onun hicranı ile ağladıkça o benim karşımda güler ve güldüğü vakit büsbütün darlaşan gözleri kalbimi yaralar.”
* * *
“Su’dâ (1) ya şöyle söyle: Bizim sana ihtiyacımız yoktur ve biz iri siyah gözlüleri istemeyiz. Dar gözler ve dar gözlüler bizim düşüncemizi ve hayalimizi doldurmuşlardır. Onlar baktıkları vakit yalnız gözlerinin siyahlıkları görünür. Fakat gülecek olurlarsa o siyahlık da görünmez olur. Türk yüzü-ki Tanrı onları kem gözden esirgesin-gökteki ay gibidir” (Atsız Mecmua, Sayı: 15, 15 Temmuz 1932, Sayfa: 66-67.)
11- Oğuzlar’ın da vaktiyle tam klâsik Türk tipinde olduklarının en büyük delili daha Selçuklu devleti kurulmadan önce ölmüş bulunan Mes’ûdî’nin kaydıdır. Mes’ûdî “Oğuzlar çekik gözlüdür. Fakat onlardan daha çekik gözlü olanlar da vardır.” demektedir. Genellikle Oğuzlar’ın torunları olan bugünkü Türkiye Türkleri’nin arasında da bu tipin tam veyâ biraz değişik örnekleri çok sayıda göze çarpmaktadır.
12- Aksak Temir’in Türkiye Türkleri ile çarpışmasını bir millî dâvâ haline getirmeye çalışmak millî bir ihanetten başka bir şey değildir. Aksak Temir’in Yıldırım Bayazıda karşı savaşan ordusunda pek çok Doğu Anadolulu Türkmen vardı. Bu savaş gerçekte Osmanlı-Karaman, Osmanlı - Akkoyunlu, Osmanlı - Safevî vuruşmaları gibi bir iç savaştır. Osmanlı - Karaman ve Osmanlı - Safevî savaşlarında gösterilen sertlik Osmanlı - Çağatay savaşındakini bastıracak niteliktedir. Bu çarpışmalar Türk tarihinin oluşundaki bir kader sonucudur. Türk tarihi pek çok iç çârpışmalarla doludur. Nitekim Osmanlı tarihinde de prensler arasındaki kıyıcı savaşlar büyük bir bölüm teşkil eder.
13- Son zamanlarda Kül Tegin anıtının bulunduğu yerde keşfedilip Kül Tegin’e ait olduğu iddia edilen heykelin tipi arkaik Orta Asya tipidir. Herhalde Kül Tegin’in veya Gök Türkler’in de “Moğol” olduğu iddia edilemez.
14- Selçukluların İranlı saray şairlerinden “Dih Hudây Ebu’l-Ma-âlîyi’r Râzi” Selçuk sultanının sarayındaki Türk kölemenlerden bahsederken şöyle demektedir: “Hepsi Kırgız ve Çin kökünden olan servi boylular, hepsi Yağma ve Tatar tohumundan olan gül yüzlü güzeller. Aralarında gümüş çeneli Oğuz ve Kıpçak güzelleri, mis yüzlü ve ay gibi Kay ve Kimekler de var. Tanrım, bu Türk çocukları ne güzel şeyler ki onlara bakan insanın gözleri bahar gibi olur.”
Buradaki Çin’den maksat uzakdoğu Türkleri ve belki de Moğollardır. Tatarlar’ın Yağmalarla birlikte gül yüzlü güzeller olarak gösterilmesi onların su katılmamış Türklüklerine en büyük delildir.
15- Bugün özellikle “Tatar” denilen Türkler Kazanlılarla Kırımlılardır. Kazanlılar eski Bulgar Türklerinin, Kırımlılar da Kıpçakların torunlarıdır. Yani bugün siyasî ve hatta coğrafi bir anlamı olan Tatar kelimesini bir Moğol uruğu, yahut Türk’ten başka bir şey diye düşünmek imkânsızdır.
Bu şartlar içinde Türk tarihinin iki büyük şahsiyeti olan Çengiz Han ile Temir Bek’i Türk’ten gayrı ve hele Türk düşmanı olarak görmek, göstermek ve düşünmek tarihi tahrif etmekten başka bir şey değildir. Özellikle Tatar kelimesini Moğol veya gayrıtürk bir millet anlamında kullanmak hiçbir şey bilmemek demektir.
Türkler, Türk tarihinin birinci sınıf insanlarından bazılarını tenkit etmek, beğenmemek, sevmemek hakkına maliktirler. Fakat hanedanlar arasındaki rekabetler dolayısıyla bunlardan birini tutarak onun hasmını millî düşman diye ilan edemezler. Irk davalarında coğrafyanın hiçbir değeri yoktur.
Türkler’den bazılarını millî düşman diye göstermek hem tarihi değiştirmek, hem de yarınki Türk birliğini baltalamak olur. Bu baltalama, tarihî düşmanlarımızın ekmeğine yağ sürmektir.
(1) “Su’dâ”, Zemahşerî’nin Arap sevgilisinin adıdır. Bu şiirleri o zaman Kelâm Tarihi profesörü, sonra Diyanet İşleri Başkanı olan Şerefeddin Yaltkaya tercüme etmişti.
Ötüken, 23 Temmuz 1966, Sayı: 31 - 32
Kaynak: Türkçü.Net
Bu tarihçi geçinenlerden biri Türk soyunun güzelliği hakkında yazdığı bir gazete makalesinde yine dinî taassup sebebiyle Çengiz ve Temir’den “mahlûkat” diye bahsederek onların sarı “Moğol” ırkından olduğunu Türklerin ise beyaz ırkın mümessili olduğunu ileri sürdü.
Artık ilmî bir değeri kalmayan bu eskimiş sarı ırk, beyaz ırk tabirleri yanında muharririn Çengiz ve Moğollar hakkındaki son neşriyattan da habersiz olduğu, bu yazıları kırk yıl önceki ilmin kırıntılarıyla yazdığı anlaşılmaktadır.
Burada tafsilâta girişerek, bazı gençlerin sorularını cevaplandırmak üzere, şimdiye kadar varılan ilmî sonuçların özetini vereceğim:
1- Türklerle Moğollar iki kardeş millettir. Altay grubu denen akraba milletlerin en mühim iki tanesidir. Türkçe ve Moğolca eskiden tek dil olup ancak Hunlar çağında iki ayrı dil haline gelmiştir. “Hun - Türk münasebetleri” adlı tebliğ ile bunu iddia ve ispat eden Türk, Moğol ve Çin dilleri bilgini Von Gabain olmuştur. (İkinci Türk Tarih Kongresi, s. 895- 911, İstanbul, Kenan Matbaası).
2- Moğol kelimesini tarihe tanıtan Çengiz Han olmuştur. Kendisinden önce Moğollar’a (yani Moğolca konuşan boy ve uruklara) ne dendiği kesinlikle belli değildir. Sekizinci yüzyıla ait Orkun yazıtlarında görülen “Otuz Tatar” ve “Dokuz Tatar” adlı birliklerin Moğol olduğu ileri sürülmüşse de bu, bir faraziyeden ibaret kalmıştır: Çünkü bugün Moğolistan denilen eski Gök Türk ülkesinin ancak onuncu yüzyıldan başlayarak Moğollar’la dolduğu ortaya konduktan sonra Sekizinci Yüzyılın Otuz Tatar ve Dokuz Tatarlar’ın da Türk olduğu kendiliğinden belli olmuştur. Gök Türkler çağında adı geçen “budun”lardan Moğol olduğu kesinlikle bilinen ancak Kıtaylar’dır ki daha sonraki zamanlarda da tarihe Moğol olarak geçmişlerdir.
3- Fakat Çengiz’in “Moğol” topluluğu etnik değil, tıpkı “Osmanlı” tabiri gibi siyasî bir isimdir ve aralarında Türkçe konuşan veya Türk olan boylar ve uruklar da vardır.
4- Eserini On Birinci Yüzyılda yazan Kaşgarlı Mahmud, Tatarlar’ı, ayrı lehçeleri olan bir Türk kavmi olarak göstermiştir.
5- On Üçüncü Yüzyılda Büyük Çengiz İmparatorluğunu gezen Marko Polo, “Tatar” kelimesini Türkler’le Moğollar’ın ikisini birden kapsayan bir deyim olarak kullanmıştır.
6- Türkler’in kendileri de “Tatar”ı Türkler’in bir parçası ve belki de Doğu Türkçe’siyle konuşan Türkler olarak saymışlardır. Âşıkpaşaoğlu, tanınmış tarihinde Süleymanşah’la birlikte Anadolu’ya gelen Türkleri “elli bin miktarı göçer Türkmen ve Tatar evi” olarak kaydeder.
Osmanlı padişahlarından II. Murad zamanında, hicrî 843′te yazılıp tarafımdan yayınlanan bir tarihî takvimde Çengiz, Ögedey, Güyük, Mengü, Hülegü, Abaka, Keyhatu gibi Müslüman olmayan Çengizli kaanlar rahmetle anılmıştır. (Osmanlı Tarihine ait Tarihî Takvimler, s. 92-94, İstanbul 1961, Küçük aydın Basımevi). Yani On Beşinci Yüzyıl ortalarına kadar Türkiye’de aydınlar arasında bir Tatar düşmanlığı, Müslüman olmayan Türk’e düşmanlık diye bir şey yoktu. Bu müsamahakârlık Doğu Türkleri’ni veya Tatarlar’ı yabancı saymaktan, Çengiz Hanedanını millî bir hanedan saymaktan ileri geliyordu. Umumî bir müsamaha olsaydı aynı hoşgörürlük Bizanslılara, Ermeniler ve Gürcülere, Batılılara karşı da gösterilirdi.
8- Türkler’le Moğollar aynı kökten gelen iki kardeş millet olmakla beraber Çengiz Han, Moğol değil, Türk’tü. Çengiz’in Türklüğü tarihî geleneklerin dışında tarafsız çağdaş Çinlilerin tanıklığı ile de sabittir. Profesör Zeki Velidi Togan, 1941′de yayınladığı “Moğollar, Çengiz ve Türklük” adlı küçük eserinde, (s. 18) ve 1946′da yayınladığı “Umumî Türk Tarihine Giriş” adlı büyük ve değerli eserinde (s. 66) Çengiz Kaan’ı 1221′de ziyaret eden Çao-hong adlı bir Çin elçisinin verdiği bilgiyi nakletmiştir. Bu elçi, Çengiz’in eski Şato Türklerinden indiğini gayet açık olarak belirtmiştir. Şatolar ise, bilindiği üzere eski Gök Türkler’den inen büyük bir uruktur. Çengiz’in tipi hakkındaki tarihî bilgiler de (uzun boy, kumral saç, beyaz ten, yeşil göz) eski Gök Türk kağanlarınınkine uymaktadır. Çengiz’in aile adı olan “Börçegin”, “Börü Tegin’in Moğolca söylenişinden ibaret olduğu gibi “Çengiz” kelimesi de “Tengiz” yani “Deniz” kelimesinin Moğolca söylenişinden başka bir şey değildir. Türkçe’de “t” ile başlayan kelimelerin Moğolca’da “ç” ile başladığını Altay dilleri uzmanları söylemektedir.
Çengiz’in ailesi hiç şüphesiz eski Türk devlet geleneğine uygun olarak çok eski zamandan beri Moğollardan bir kısmı üzerinde (belki de Moğollaşmış Türkler üzerinde) beğlik eden bir Eçine Hanedanı kolu idi. Bu hanedanda Türk geleneklerinin devam etmekte olduğu Çengiz’in oğullarından Çağatay ve Ögedey’in adlarından gözükmektedir. “Çağa” ve “Öge” bilindiği üzere, Türkçe kelimelerdir.
9- Aksak Temir Bek’in bir Barlas gibi olması ve Barlasların Moğol uruğu sayılmasında Temir’in Türklüğüne engel değildir. Temir’in ailesi de Çengiz ailesinin bir kolu olup Barlas uruğu üzerinde beğlik etmiştir. Ruslar tarafından Temir’in mezarını açmak suretiyle yapılan incelemeler onun da uzun boylu ve beyaz tenli olduğunu ortaya koymuştur ki eski Arap ve Fars edebiyatlarındaki Türk tavsifine tamamen uygundur. Üstelik Temir’in anadili de Türkçe’dir.
10- Ne Çengiz ne Temir Bek, Aryanî tipinde değildi. Klâsik Türk tipi bazı sahtekârların iddia ettiği gibi Hind Avrupa tipi olmayıp Çinlilerle Aryanîler arasında orta bir tiptir. Mezarlardan çıkan kafatasları, eski heykeller, eski duvar resimleri ve tarihî tavsifler bunu gösterdiği gibi Arap ve Fars şiirlerinde de çekik gözlü Türk güzellerinin övülmesine dair birçok örnek vardır. Milâdî 1114′te, yani daha Çengiz’in ve Moğollar’ın ortaya çıkmasından ne kadar önce ölmüş olan Zemahşerî’nin bir Türk güzeli hakkında yazdığı şu şiirlere bakın:
“O ne kutlu bir gündü ki Yâfes kızlarından güzel ve cilveli bir kıza malik olmuştum. O güzel gözleri her ne kadar dar ise de sihir kârlık bakımından geniştir. Baktığı vakit gözlerinin karası görünürse de güldüğü zaman bu siyahlığın hepsi kaybolur.”
* * *
“Türk”‘ neslinden bir güzel kız beni kendi isteğimle ölüme doğru götürmektedir. O kızın kendi fettan, gözleri de öldürücüdür. Zaten Türk’ün öldürücülüğü meşhur değil midir? Bu kızın kardeşinin kılıcı ne kadar kesici ve öldürücü ise de bu hususta onun gözü erkek kardeşinin kılıcından daha kesicidir. Kardeşi, aldığı esirleri azad ederse de bunun esirleri azad kabul etmez. Kardeşi bazı insanların kanını dökerse de bu herkesin kanını dökmektedir. Kardeşinin elinde kâfirler feryad etmektedir. Bu ise Müslümanları inletmektedir. Ben onun hicranı ile ağladıkça o benim karşımda güler ve güldüğü vakit büsbütün darlaşan gözleri kalbimi yaralar.”
* * *
“Su’dâ (1) ya şöyle söyle: Bizim sana ihtiyacımız yoktur ve biz iri siyah gözlüleri istemeyiz. Dar gözler ve dar gözlüler bizim düşüncemizi ve hayalimizi doldurmuşlardır. Onlar baktıkları vakit yalnız gözlerinin siyahlıkları görünür. Fakat gülecek olurlarsa o siyahlık da görünmez olur. Türk yüzü-ki Tanrı onları kem gözden esirgesin-gökteki ay gibidir” (Atsız Mecmua, Sayı: 15, 15 Temmuz 1932, Sayfa: 66-67.)
11- Oğuzlar’ın da vaktiyle tam klâsik Türk tipinde olduklarının en büyük delili daha Selçuklu devleti kurulmadan önce ölmüş bulunan Mes’ûdî’nin kaydıdır. Mes’ûdî “Oğuzlar çekik gözlüdür. Fakat onlardan daha çekik gözlü olanlar da vardır.” demektedir. Genellikle Oğuzlar’ın torunları olan bugünkü Türkiye Türkleri’nin arasında da bu tipin tam veyâ biraz değişik örnekleri çok sayıda göze çarpmaktadır.
12- Aksak Temir’in Türkiye Türkleri ile çarpışmasını bir millî dâvâ haline getirmeye çalışmak millî bir ihanetten başka bir şey değildir. Aksak Temir’in Yıldırım Bayazıda karşı savaşan ordusunda pek çok Doğu Anadolulu Türkmen vardı. Bu savaş gerçekte Osmanlı-Karaman, Osmanlı - Akkoyunlu, Osmanlı - Safevî vuruşmaları gibi bir iç savaştır. Osmanlı - Karaman ve Osmanlı - Safevî savaşlarında gösterilen sertlik Osmanlı - Çağatay savaşındakini bastıracak niteliktedir. Bu çarpışmalar Türk tarihinin oluşundaki bir kader sonucudur. Türk tarihi pek çok iç çârpışmalarla doludur. Nitekim Osmanlı tarihinde de prensler arasındaki kıyıcı savaşlar büyük bir bölüm teşkil eder.
13- Son zamanlarda Kül Tegin anıtının bulunduğu yerde keşfedilip Kül Tegin’e ait olduğu iddia edilen heykelin tipi arkaik Orta Asya tipidir. Herhalde Kül Tegin’in veya Gök Türkler’in de “Moğol” olduğu iddia edilemez.
14- Selçukluların İranlı saray şairlerinden “Dih Hudây Ebu’l-Ma-âlîyi’r Râzi” Selçuk sultanının sarayındaki Türk kölemenlerden bahsederken şöyle demektedir: “Hepsi Kırgız ve Çin kökünden olan servi boylular, hepsi Yağma ve Tatar tohumundan olan gül yüzlü güzeller. Aralarında gümüş çeneli Oğuz ve Kıpçak güzelleri, mis yüzlü ve ay gibi Kay ve Kimekler de var. Tanrım, bu Türk çocukları ne güzel şeyler ki onlara bakan insanın gözleri bahar gibi olur.”
Buradaki Çin’den maksat uzakdoğu Türkleri ve belki de Moğollardır. Tatarlar’ın Yağmalarla birlikte gül yüzlü güzeller olarak gösterilmesi onların su katılmamış Türklüklerine en büyük delildir.
15- Bugün özellikle “Tatar” denilen Türkler Kazanlılarla Kırımlılardır. Kazanlılar eski Bulgar Türklerinin, Kırımlılar da Kıpçakların torunlarıdır. Yani bugün siyasî ve hatta coğrafi bir anlamı olan Tatar kelimesini bir Moğol uruğu, yahut Türk’ten başka bir şey diye düşünmek imkânsızdır.
Bu şartlar içinde Türk tarihinin iki büyük şahsiyeti olan Çengiz Han ile Temir Bek’i Türk’ten gayrı ve hele Türk düşmanı olarak görmek, göstermek ve düşünmek tarihi tahrif etmekten başka bir şey değildir. Özellikle Tatar kelimesini Moğol veya gayrıtürk bir millet anlamında kullanmak hiçbir şey bilmemek demektir.
Türkler, Türk tarihinin birinci sınıf insanlarından bazılarını tenkit etmek, beğenmemek, sevmemek hakkına maliktirler. Fakat hanedanlar arasındaki rekabetler dolayısıyla bunlardan birini tutarak onun hasmını millî düşman diye ilan edemezler. Irk davalarında coğrafyanın hiçbir değeri yoktur.
Türkler’den bazılarını millî düşman diye göstermek hem tarihi değiştirmek, hem de yarınki Türk birliğini baltalamak olur. Bu baltalama, tarihî düşmanlarımızın ekmeğine yağ sürmektir.
(1) “Su’dâ”, Zemahşerî’nin Arap sevgilisinin adıdır. Bu şiirleri o zaman Kelâm Tarihi profesörü, sonra Diyanet İşleri Başkanı olan Şerefeddin Yaltkaya tercüme etmişti.
Ötüken, 23 Temmuz 1966, Sayı: 31 - 32
Kaynak: Türkçü.Net
Türk Dünyasında Ortak Alfabe Çalışmaları
Orta Asya ile 34 harfli‚ ortak alfabe çalışması başlatılıyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül‚ Türkmenistan ziyaretinde kendisine eşlik eden bilim adamlarından‚ Türk cumhuriyetleri arasında iletişimi kolaylaştıracak ortak alfabe oluşturulması konusunda bilgi aldı.
Uzmanlar‚ Latin alfabesine dayalı ortak bir yazı dili önerirken söz konusu alfabede 34 harfin bulunması gerektiği yönündeki görüşlerini Cumhurbaşkanı ile paylaştı. Bilim adamları ayrıca Türk dili konuşan ülkeler arasında cumhurbaşkanlarına bağlı çalışacak ”Türk Dünyası Genel Sekreterliği” kurulması konusunda Abdullah Gül’den öncülük etmesini istedi. Ortak alfabe konusunda mesafe alınması için ise Türkiye’nin ısrar etmesinin önemine işaret ediliyor. Abdullah Gül’ün Türkmenistan gezisinde yanında Fatih Üniversitesi Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatı Bölümü Başkanı Prof. Dr. Mehmet Kara‚ Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmalar Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Fikret Türkmen ile Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatı Bölümü Başkanı Prof. Dr. Sema Barutçu Özönder de vardı.
Abdullah Gül‚ Köşk’e çıkmasının ardından yurtdışı seyahatlerinde işadamlarına da yer vermeye başlamıştı. Aynı şekilde Cumhurbaşkanı’nın bilim adamlarını da seyahatlerine dâhil etmesi olumlu bir gelişme olarak değerlendiriliyor. Türkmenistan seferinde uçakta yer alan akademisyenlerden Prof. Dr. Türkmen‚ ”Cumhurbaşkanımızın‚ bilim adamlarını anımsaması ve uçağına alması iyi bir başlangıca işaret ediyor. Türkmenistan gibi bu coğrafyadaki Türk dünyası ülkelerine sadece ekonomik değil‚ kültürel‚ bilimsel ve iletişimi sağlayacak her alanda yakın temas kurulmalı. Örneğin‚ Türkmenistan ile Dede Korkut ve Oğuz Kağan destanı gibi yakından öte aynı kültürel öğelerimiz var.” diyor.
Türkmen‚ ülkeler arasındaki vize sorununun aşılarak‚ uluslararası ortak konferanslar düzenlenmesi önerisinde bulundu. Cumhurbaşkanı’ndan Türkmenistan seyahatine katılım konusunda aldığı davetten duyduğu memnuniyeti dile getiren Kara da‚ Türkmenistan ve Türkiye Türkçesindeki ortak kelimelerin yüzde 80 olduğunu anlattı. Kara‚ bu yüksek orana rağmen iki ülke vatandaşlarının anlaşmakta zorluk çekmesini‚ alfabeler arasındaki farklılığa dayandırdı. Kara‚ bilim adamları olarak‚ bu noktada Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e‚ 34 harfli ortak alfabe konusunda Türkiye’nin öncü rol üstlenmesi gerektiği yönünde öneride bulunduklarını aktardı. Prof. Dr. Barutçu ise Türkmenistan gibi dilleri Rusçadan etkilenmiş ülkeler ile mutlaka ortak alfabe konusunda anlaşmaya varılması gerektiğinin altını çizdi. Barutçu‚ ortak bir dil ile güçlü bir iletişimin sağlanabileceğine dikkat çekti.
Cumhurbaşkanı Gül’ün‚ iki günlük Türkmenistan ziyareti‚ Türkiye ile Orta Asya Türk cumhuriyetleri arasında yeni bir dönemin başlangıcı olarak görülüyor. Cumhurbaşkanı düzeyinde 7 yıl sonra Türkmenistan’a ziyaret gerçekleştiren Abdullah Gül‚ iki günlük temasları sırasında‚ planlananın ötesinde Türkmenistan Cumhurbaşkanı Gurbangulu Berdimuhammedov ile toplam 6 saat baş başa görüşmüştü. Gül‚ Türkmen lideri de Türkiye’de ağırlamaktan büyük memnuniyet duyacağını belirterek kendisine resmî davette bulundu. Davet‚ 2007 yılı Şubat ayında ülkesinde cumhurbaşkanlığı görevine gelen Berdimuhammedov tarafından kabul edildi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül‚ Ortaasya Türk cumhuriyetlerine yönelik ikinci resmi ziyareti ise fazla zaman geçirmeden gerçekleştirecek.
Gül‚ 12-15 Aralık’ta Kazakistan’a resmî bir ziyarette bulunacak. Bakan‚ diplomat‚ bürokrat‚ işadamı ve gazetecilerin katılacağı 150’nin üzerinde ismin yer alacağı ziyaret çerçevesinde Abdullah Gül‚ başkent Astana ve Almatı’da temaslarda bulunacak. Gül‚ Orta Asya ülkelerinden önce‚ ekim ayı içinde Güney Kafkasya’da yer alan iki önemli ülke‚ Azerbaycan ve Gürcistan’a gitmişti. Türkiye‚ söz konusu iki ülkenin de yer aldığı bir ”ortak ekonomik alan”ın temelleri de bu ziyaretlerde attı.
28 Mayıs 2008 Çarşamba
BELİRTİSİZ NESNENİN SÖZ DİZİMİNDEKİ YERİ ÜZERİNE*Leylâ Karahan
Bu çalışmada cümle ögelerinden belirtisiz nesnenin Türkçe söz dizimi içindeki yeri
hakkında tarihî lehçeler ve Türkiye Türkçesi ile sınırlandırılmış bir değerlendirme yapılacaktır. -A
ekli – hatta -DAn ekli – bir kısım tamlayıcıların da bazı gramerlerde ve araştırmalarda nesne terimi
ile karşılandığını dikkate alarak öncelikle bu çalışmada nesne terimi ile kastedilen öge hakkında
bir açıklama yapmak gerektiğini düşünüyorum. Bu yazıda, nesne terimi ile akkuzatif ekinden
başka hâl eki taşımayan veya hâl eksiz de kullanılabilen cümle ögesi kastedilmiştir. Yazının başlığı
olan “belirtisiz nesne” terimi ise içinde anlamca belirlilik niteliği veren başka gramatikal ögeler
bulunsa da nesnenin akkuzatif eki taşımayan hâli için kullanılmıştır. Ancak yazıda belirtisiz nesne
ve belirtili nesne terimleri yerine -bu çalışmaya mahsus olmak üzere- daha çok akkuzatif ekli
nesne, akkuzatif eksiz nesne terimlerine yer verilmiştir. Bu tercihte, belirli, belirsiz, belirtili,
belirtisiz gibi terimlerin nesnenin aynı zamanda anlam boyutunu da çağrıştırdıkları için herhangi
bir karışıklığa sebep olabilecekleri endişesi etkili olmuştur.
Türkçe söz dizimindeki karakteristik özne-tümleç-yüklem sırasına rağmen cümle ögeleri,
bazı genel eğilimler yanında cümlenin anlamını çeşitli oranlarda etkileyebilecek bir hareketliliğe,
bir esnekliğe sahiptir. Yer değiştiren bir öge, bazen özel bir anlam vurgusuna, bazen bir belirliliğe
veya belirsizliğe işaret eder, bazen de cümlenin anlamını tamamen değiştirir. Cümle ögeleri içinde
yer değiştirmeye en fazla direnen ögelerden biri de belirtisiz nesne yani akkuzatif eksiz nesnedir.
Nesne, içinde yer aldığı cümlenin yardımcı değil zorunlu ögesi veya ögelerinden biridir; hâl
eksiz veya akkuzatif eki ile kullanılır. Bu iki farklı kullanılış, nesnenin söz dizimi içindeki yerini
ve anlamını etkilemiştir. Belirtisiz nesne – yani akkuzatif eksiz nesne – genellikle yüklemin
yanında yer alırken, akkuzatif ekli nesne yüklemle ilişkilerinde – akkuzatif ekli nesneye göre –
bağımsız bir öge olarak söz dizimi içinde daha rahat yer değiştirir. Akkuzatif eksiz nesne,
“belirsizlik” ve “genellik” niteliği ile zorunlu ögesi olduğu fiile bağımlıdır. Nesnenin anlamı
yüklemin anlamıyla birleşerek “dinleyenin şuurunda tamamiyle bütün bir tasavvuru çağrıştırır.”
(2004) V. Uluslararası Türk Dili Kurultayı Bildirileri I, 20–26 Eylül 2004,
Ankara: TDK, 1615–1624.
(Grønbech 1995: 110). “Söz vermek, ders çıkarmak” örneklerinde olduğu gibi birleşik fiil
oluşturmaya diğer cümle ögelerinden daha elverişli olması, akkuzatif eksiz nesnenin bu
“belirsizlik”, “genellik” niteliğinden kaynaklanmaktadır. Aralarındaki ilişkinin mahiyetinden
dolayı böyle nesneler söz dizimi içinde yüklemin yanında yer alırlar. Ancak nesne, çeşitli
gramatikal yollarla “belirlilik” kazandığında fiille arasındaki bağ gevşemekte ve böylece
gerektiğinde yüklemin önünden uzaklaşabilmektedir.
Bu husus, nesneyi konu alan araştırmalarda ve gramerlerimizde vurgulanmıştır. Konuyla
ilgili özel tespitleri olan Grønbech, belirtisiz nesnenin bu özelliğini şöyle ifade ediyor: “Nesneden
başka bir diğer cümle unsuru doğrudan doğruya fiilin önüne gelirse ve dolayısıyla nesne daha
geriye atılmak durumunda kalırsa, sonuncu daima ekin düşmesi gerektiği durumlarda da yükleme
hâline dönüşür.” (Grønbech 1995: 139). Bu genellemelere rağmen tarihî metinlerimizde ve bugün
Türkiye Türkçesinde çok yaygın olmamakla birlikte bir anlamı öne çıkarma ve vurgulama
ihtiyacıyla veya başka bir sebeple nesne dışındaki bir öge yükleme yaklaştığında, akkuzatif eksiz
nesne akkuzatif eki almadan da başka gramatikal yollarla belirlilik kazanarak yüklemden
uzaklaşabilmektedir.
Akkuzatif eksiz bir nesne ile yüklem arasındaki bağımlı şekil ilişkisi da / de, dahi, bile gibi
bağlama, pekiştirme işlevli edatlarla ve soru eki/edatı -mI ile gevşer. Bu gevşeme, bağımlılığın da
derecesini göstermektedir. Akkuzatif eksiz nesne-yüklem ilişkisi, meselâ belirtisiz isim
tamlamalarındaki tamlayan-tamlanan ilişkisine göre daha toleranslıdır. Çünkü belirtisiz isim
tamlamalarında iki unsur arasına edat dahil hiçbir kelime giremez. Akkuzatif eksiz bir nesne ile
yüklem arasındaki şekil ilişkisini etkileyen edatlar, işlevsiz dil birimleri olmadıklarına göre bu iki
öge arasındaki anlam ilişkisini de etkileyeceklerdir. Meselâ Roman da okudum cümlesi, da edatı
ile bize Hikâye okudum, roman da okudum gibi bağlı bir yapıyı çağrıştırabilir. Bu cümlelerde
nesneler, belirtisiz nesnelerdir. Ancak bunlar tek olarak değil, bağlı yapı içinde
değerlendirildiğinde nesnelerin belirsizlik dereceleri arasında fark ortaya çıkmaktadır. Tek bir
cümle sınırları içinde bir cinsi, bir türü karşılayan roman ve hikâye, bağlı yapıda anlam
daralmasına uğrayarak kitap gibi anlam boyutu daha geniş bir cins, bir tür içinde kısmî bir
belirlilik kazanmaktadır.
Bugünkü Türkiye Türkçesinde olduğu gibi tarihî lehçelerde de bir önceki cümle ile bağlantı
sağlamak ve nesnenin anlamını pekiştirmek üzere akkuzatif eksiz nesne ile yüklem arasına
bağlama/pekiştirme edatları ve soru eki/edatı girebilmektedir. Aşağıda çok sık rastlanan bu
kullanımla ilgili birkaç örnek verilmiştir:
İncü dahı dizer (Marzubannâme 250)
İşâret hoz bilmez (Marzubannâme 242)
Ammâ eger sulh isteyüb tuhfeler dahı viribiyevüz (Marzubannâme 255)
Şol kadar ni’met ve ganîmet dahı vermeye ( Kelîle ve Dimne 28)
Ebu Müslim Kahtabe’ye yardımçun on biŋ er dahı göndürdi (Târih-i İbn-i Kesîr 246)
Bir köprüg dahı yasaŋ (Eckmann 1988: 64)
Yataçak yir mi bulduŋ, yurt mı bulduŋ noldı saŋa (Dede Korkut 192/12)
Nesnelere “belirlilik”, dolayısıyla “bağımsızlık” kazandıran ögelerden biri akkuzatif ekidir.
Bu ekin “belirlilik” kazandırma işlevi, tarihî ve bugünkü bazı lehçelerde sadece nesnede değil
ismin isimle ve ismin çekim edatlarıyla ilişkisinde de ortaya çıkmaktadır. Yani akkuzatif ekinin
işlevi sadece nesne ile sınırlı değildir. Ek, meselâ “Efrasiyabnı oglı, yıglamaknı sebebi”
örneklerinde ismin isimle, “anı teg, bizni üçün” örneklerinde ise ismin çekim edatlarıyla ilişkisinde
belirtme görevi yapmaktadır (Karahan 1996: 607). Böyle örnekler Türkiye Türkçesinde yoktur.
Akkuzatif eki bu işleviyle ilgi hâli ekine benzer. Nasıl isim tamlamalarında birinci unsur ilgi hâli
eki ile bağımsızlaştırılıyorsa nesne de akkuzatif eki ile yüklemden bağımsız hâle
getirilebilmektedir (Grønbech 1995: 123). Akkuzatif eki ile ilgili iki önemli tartışmayı da burada
zikretmek istiyorum. Bunlardan biri akkuzatif ekinin içinde bulunduğu kategoridir. Ekin hâl
kategorisi içinde değerlendirilip değerlendirilmeyeceği hususu bugün tartışılmaktadır (Uzun 2000:
232). “Belirli kavram kategorilerinin taşıyıcısı olmadığı”nı savunan Grønbech’e göre bu ek, isim
ile fiil arasında sağlam bir bağlantı meydana gelmesini önleyen bir kelime ayırıcısıdır. O, örnek
olarak Böthlingk’ten Yakutça Ū istim ‘Su içtim’ ve Ūnu istim ‘Suyu içtim’ cümlelerini nakleder ve
cümlelerin ilkinde yapılan, ikincisinde de içilen şeyin ne olduğu anlatıldığı için iki cümle arasında
fark bulunduğunu kaydeder. Akkuzatif ekinin diğer bazı hâl eklerinden farklı olarak fiil-tamlayıcı
ilişkisini kuran, yönlendiren bir ek değil, nesneye tam veya kısmî belirlilik anlamı kazandıran bir
ek olduğu dil biliminde seslendirilen bir görüştür (Karahan 1996: 610). Diğer bir tartışma da ekin
belirtme işlevi etrafında cereyan etmektedir. Akkuzatif eki, yapısında bir belirsizlik sıfatı bulunan
bir sıfat tamlamasını bir belirsizlik sıfatına rağmen – belirli yapabilir mi? Johanson’a göre
akkuzatif ekinin belirlilik işlevi bir kitabı gibi belirsizlik sıfatı biri taşıyan bir örnekte ortadan
kalkmakta ve ek belirlilikten çok özgüllük (specificity) ifade etmektedir. Meselâ Kitabı okudum
cümlesinde hangi kitabı okuduğumuz bellidir; Bir kitabı okudum cümlesinde ise hangi kitabı
okuduğumuz belli değildir. Bu yapı bazı dil bilimi kaynaklarında mantıksal olmayan bir birleşim
olarak değerlendirilir (Johanson 1977:1186-1203 Çeviri: Çelik – Özsoy ).
Akkuzatif eki ile belirlilik niteliği kazanan ve bağımsızlaşan nesne söz dizimi içinde
serbestçe dolaşabilmektedir. Ancak bu dolaşma amaçlanan anlam vurgusu çerçevesinde gelişir. Yer
değiştirmeler keyfî ve gelişigüzel değildir.
Nesnelere belirlilik anlamı veren gramatikal ögelerden biri de iyelik ekidir. İyelik eki,
eklendiği ismi söylenen veya söylenmeyen bir başka kavramla ilişkilendirerek, o kavramı
genellikten kurtarır, belirli yapar. Böyle olduğu için birinci unsuru iyelik ekli isim olan meselâ
Uygur Türkçesinden oglum savı, ögüküm köŋli (Grønbech 1995: 95), Eski Anadolu Türkçesinden
göŋlüm odı, gözlerüm nurı, bahtum güneşi, kirpügüŋ okı (Timurtaş 1981: 67, 68), Çağatay
Türkçesinden atası atı, anası kabri (Eckmann 1988: 58) gibi isim tamlamalarında birinci unsur ilgi
hâli ekine ihtiyaç duymaz. Söz diziminde de akkuzatif eki taşımayan nesneler, iyelik ekleri ile
belirlilik, dolayısıyla bağımsızlık kazanmakta ve gramatikal bir engel olmadan – tabiî gerektiğinde
– kolayca yüklemin yanından uzaklaşabilmektedir. Tarihî lehçelerden bu duruma pek çok tanık
getirmek mümkündür:
Günlerüm dün eyledi ( Timurtaş 1981:71)
Düş gördüm ve nice gördügüm girü unıtdum (Marzubannâme 263)
Oşbu benüm haberüm ol balıklara degür (Marzubannâme 273)
Ben kız kardaşum Hâbile virmezem (Kısas-ı Enbiyâ 101)
Ya Kâbil kardaşuŋ niçün öldürdüŋ? (Kısas-ı Enbiyâ 101)
Bu örneklerdeki nesneler, akkuzatif eki almamalarına rağmen bir türü, bir cinsi değil, bana,
sana, ona, yani bir şahsa ait bilinen bir varlığı karşılarlar ve söz dizimi içinde belirli nesneler
olarak serbestçe dolaşabilirler. Böyle örnekler Türkiye Türkçesinde görülmez. Türkiye
Türkçesinde iyelik ekli bir nesne mutlaka akkuzatif eki istemekte ve ancak akkuzatif eki ile söz
dizimi içinde hareket kabiliyetine sahip olmaktadır.
Nesneleri bağımsızlaştırarak gerektiğinde yüklemden uzaklaştırabilen bir başka yapı da
kelime gruplarıdır. Nesneleri belirtmek, pekiştirmek ve nitelemek amacıyla kurulan kelime
gruplarında, belirtilen, pekiştirilen, nitelenen isim genel olma, tür olma niteliğini kaybeder ve
böylece kısmî de olsa bir belirlilik kazanır. Bunun için en uygun yapı, sıfat tamlamalarıdır. Sıfat
tamlamaları, bir ismin niteleyen veya belirten tarafından daraltılmış anlamını taşır (Banguoğlu
1990: 500). Dil bilimi kaynaklarında gerek belirtme gerekse niteleme sıfatları küme daraltıcı
olarak nitelendirilmektedir (Akerson 2000: 96, 100, 106). Yani isimler, niteleme ve belirtme
sıfatları ile genelden, türden uzaklaşır, belirlilik kazanırlar. Bu özellik, tarihî lehçelerde, sıfat
tamlaması kuruluşundaki akkuzatif eksiz nesnelerin söz dizimi içindeki yerini etkilemiştir. Bu
yapıdaki nesneler, başka bir ögenin bir anlam vurgusu ile yüklemin yanında yer alması durumunda
akkuzatif eki almadan yüklemden uzaklaşabilmektedir. Aşağıda verilen örnekler, çeşitli tarihî
dönemleri temsil eden eserlerden alınmıştır. Örneklerde de görüleceği gibi nesne olan sıfat
tamlamalarının bir kısmı belirtme, bir kısmı da niteleme sıfatlarıyla kurulmuştur:
Bunça budun kop itdim (Kül Tigin Abidesi, Güney Cephesi 2, 3)
Bunuŋ gibi mâlihülyâlar şol kadar söyledi (Gülistan Tercümesi 178)
Saŋa munça türlü ni’met ve ziynet anıŋ üçün birdi (Gülistan Tercümesi 2)
Dürlü ilm hikmet anlara talim itdürür (Marzubannâme 225)
Çok mâl dost düşmen yolında harc itmişem (Marzubannâme 220)
Yana bir sir söz kulagıŋa aydı (Nehcü’l-Ferâdis 157/6)
Bir altun bir yoldaşlarına virüb ta’âm almaga viribidiler (Marzubannâme 222)
Bir kov anlar dahı getürdiler (Dede Korkut 11/10)
Amma ben bu ılan gerek baguban eliyile öldürem (Marzubannâme 227)
Bizi hayır duâdan ferâmuş itmesin diyü bir gayrı kürk hakîre ihsân eyledi (Evliyâ Çelebi
101)
Biş biŋ dahı aŋa virdi (Târih-i İbn-i Kesîr 139)
Men on miŋ yarmak bir kimerse katında emânat koydum (Nehcü’l-Ferâdis 195/3)
Tegme yılda altmış câme böz, bir kat ton za’îfenga bereyin (Kısasü’l-Enbiyâ 144r)
Beş batman etmek, beş batman et, beş batman un, beş kümüş yarmak bir câme böz ol
balık birle Süleymâŋa berdiler (Kısasü’l-Enbiyâ 144r)
Ogul kız erdin bolur tesen Meryemge isi teg ogul atasız ruzi kıldı ( Kısasü’l-Enbiyâ 67r)
Hızır gibi âb-ı hayat benden içti (Marzubannâme 239)
Belki yalıncak padişahlık nice isteyelüm (Marzubannâme 236)
Acı tırnak ağ boynına takalum (Dede Korkut 29/13)
Dede Korkut’ta geçen bazı örneklerde nesne uzaklaşması, vurgudan ziyade cümleler
arasındaki öge paralelizminden (sentaktik paralelizm) kaynaklanmaktadır (Konuyla ilgili olarak
bkz. Üstünova 2002: 50-59).
Kara otağa kondurdılar, kara kiçe altına döşediler, kara koyun yahnısından öŋine
getürdiler (Dede Korkut 11/10)
Kara otağa konduruŋ, kara kiçe altına döşen, kara koyun yahnısından öŋine getürüŋ (Dede
Korkut 13/2)
Bu cümlelerde altına kelimesi otağa ve öŋine kelimelerine paralel olarak yüklemin yanında
yer aldığı için nesne olan kara kiçe sıfat tamlaması yüklemden uzaklaşmıştır. Tekin, gramerinde
uzaklaşmayı, nesnenin yapısına değinmeyerek “Bazı durumlarda, özellikle öznenin vurgulanması
istendiğinde cümle devrik olabilir, yani özne tümleçten sonraya alınabilir.” (Tekin 2003: 211)
şeklinde açıklamakta ve nesnenin yapısına değinmemektedir. Ergin’e göre ise bu konuyu “Nesne
uzaklaşması yerine yer tamlayıcısı yaklaşması şeklinde görmek de mümkündür.” (Ergin 1963:
479). El-Kavâninü’l-Külliye’de belirtisiz nesnenin yeri ile ilgili olarak verilen “Birdüm bege bir
at” örneğinde yüklemden uzaklaşan nesne sıfat tamlaması kuruluşundadır. Ancak eserde bu
yapının değil belirtisiz nesnenin yüklemin hemen yanında bulunduğu “Bir at birdüm bege”
yapısının en fasih ve en yaygın yapı olduğu belirtilir (El-Kavânin 44). Gerçekten de akkuzatif
eksiz nesnenin yüklemden uzaklaşması olayı hiçbir dönemde yaygın değildir. Uzaklaşan nesneler
ise genellikle sıfat tamlaması kuruluşundadır. Çok seyrek olmak üzere isim tamlaması ve tekrar
grubu kuruluşundaki bazı akkuzatif eksiz nesneler de yüklemden uzaklaşabilmektedir.
Yazıtlarda geçen Kagan at bunta biz birtimiz (Kül Tigin Abidesi, Doğu Cephesi 20)
cümlesinde nesne, bir isim tamlamasıdır ve yüklemle arasına başka ögeler girmiştir. Üze Türk
teŋrisi, Türk ıduk yiri subı ança itmiş (Kül Tigin Abidesi, Doğu Cephesi 10, 11) cümlesinin
nesnesi de akkuzatif eksiz bir isim tamlamasıdır.
Yine yazıtlarda geçen şu cümlelerde, yüklemden uzaklaşan nesneler tekrar grubu
kuruluşundadır:
Yelme kargu edgüti urgıl (Tonyukuk Abidesi, Birinci Taş, Kuzey Cephesi 2)
Altun kümüş işgiti kutay buŋsuz ança birür (Kül Tigin Abidesi , Güney Cephesi 5)
Taranan eserlerde aykırı tek tük bazı örneklere de rastlanmıştır. Yazıtlardaki Sab ança ıdmış
(Tonyukuk Abidesi, Birinci Taş, Güney Cephesi 2) ve tartışmalı bir cümle olan Öd teŋri yaşar (Kül
Tigin Abidesi, Kuzey Cephesi 10) cümlesinde uzaklaşan nesneler, kelime grubu değildir. Ergin’in
Dede Korkut Kitabı’nda verdiği(1958–1963) verdiği 12 örneğin 9’u sıfat tamlaması
kuruluşundadır. Yüz yire kodı (204-11), yüz göge tutdılar (68-8), at meydana sürdi (286-3)
örneklerinde ise uzaklaşan nesneler tamlama değildir. Taranan diğer eserlerde de Saman çok
virürler (Marzubannâme 245), Atka eger o yasadı (Eckmann 1988: 64), Benüm katımda mâl nice
emânat kor? (Târih-i İbn-i Kesîr, 178), Dahhâk’ın memleketine hatar nice irişdi. (Gülistan
Tercümesi, 136) cümlelerinde olduğu gibi aykırı birkaç örneğe rastlanmıştır.
Tarihî lehçelerde akkuzatif eksiz bir nesneyi yüklemden uzaklaştıracak kadar vurguya
ihtiyacı olan ögelerin daha çok anıŋ üçün, anlara, anlar, anda, benden, niçe, ança, bunta, biz gibi
zamir kökenli olduğu görülmektedir. Zamirlerle ilgili araştırmalarda bu eğilimin sebepleri üzerinde
durulmalıdır.
Akkuzatif eksiz bir nesneyi yüklemden uzaklaştıran bir başka yapı da bağlı cümlelerdir.
Meselâ Türkiye Türkçesinde İki kitap sana vereyim, üç kitap da arkadaşına vereyim gibi bağlı bir
yapıda akkuzatif eksiz nesnelerle yüklem arasına başka ögeler girmiş ve nesne yüklemden
uzaklaşmıştır. Tek bir cümlenin sınırları içinde gramatikal bir bozukluğa sebep olan bu durum,
bağlı bir yapının sınırları içinde kurallı bir kullanımdır. Verilen bu örnekte de olduğu gibi,
akkuzatif eksiz nesnelerin yüklemden uzaklaşabilmeleri için sıfat tamlaması kuruluşunda olmaları,
yapılarında mutlaka sayı veya belirsizlik sıfatı bulunması ve anlamca paralellik arz eden,
karşılaştırma, beraberlik bildiren bağlı cümleler içinde yer almaları gerekmektedir. Bu hususu
Gencan “de ile bağlanmış eşit kısımlardaki belirtisiz nesnelerle yüklemler arasına başka tümleçler
de girebilmektedir.” şeklinde açıklar ve Bir gömlek kendime, bir gömlek de Orhan’a aldım; Bir
top Orhan’dan, bir top da Yalçın’dan aldım örneklerini verir (Gencan 1971: 97). Aynı yapı, Uzun
tarafından da değerlendirilmiş ve “Yandaşlık Türkçede mutlak değildir, sıralı yapılarda ve bazı
bağlaçlarda belirtisiz ad öbeği – eylem yandaşlığı gerekmeyebilir.” açıklaması ile Ali bir kitap dün
aldı, bir kitap bugün (Uzun 2000: 204) örneği verilmiştir. Bu yapı, Türkçenin tarihî dönemleri için
de mümkün olabilecek bir yapıdır. Ancak sınırlı taramalarımız sırasında bu yapıyı
örneklendiremedik.
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz:
1. Akkuzatif eksiz bir nesne bugün Türkiye Türkçesinde ve tarihî lehçelerde bazı özel
yapılar içinde yüklemden uzaklaşabilmektedir.
2. Nesneye belirlilik anlamı veren sadece akkuzatif eki değildir. Nesne başka yapılarla da
belirlilik kazanmaktadır.
3. Bir cümlede imkânsız olan öge dizilişi, birbirine bağlı cümlelerde mümkün
olabilmektedir. O hâlde öge diziliş kuralları, bağlı cümleleri de içine alacak şekilde belirlenmelidir.
4. Bu çalışmada üzerinde durduğumuz akkuzatif eksiz nesnenin söz dizimindeki yeri
konusu, hem tarihî lehçelerde, hem de bugünkü lehçelerde daha geniş bir inceleme konusu olmalı,
bu kullanımın hangi dönemlerde ve hangi lehçelerde daha yaygın olduğu araştırılmalıdır.
Örneklerin Alındığı Eserler
Dede Korkut bk. Ergin (1958–1963), El-Kavânin bk. Toparlı – Çögenli – Yanık (1999),
Evliyâ Çelebi bk. Gökyay (1996), Gülistan Tercümesi bk. Özkan (1993), Karamanlıoğlu (1989),
Kelîle ve Dimne bk. Zajączkowski (1934), Kısas-ı Enbiyâ bk. Cemiloğlu (1994), Kısasü’l-Enbiyâ
bk. Ata (1997), Kül Tigin Abidesi bk. Ergin (1970), Marzubannâme bk. Korkmaz (1973),
Nehcü’l-Ferâdis bk. Eckmann (1995), Târih-i İbn-i Kesîr bk. Ergüzel (1999), Tonyukuk Abidesi
bk. Ergin (1970)
Kaynaklar
Akerson, F. E. (2000), Dile Genel Bir Bakış, İstanbul: Multilingual.
Ata, A. (1997) Kısasü’l-Enbiyâ, Ankara: TDK Yayınları
Banguoğlu, T. (1990) Türkçenin Grameri, Ankara: TDK Yayınları
Cemiloğlu, İ. (1994) Kısas-ı Enbiyâ Nüshası Üzerinde Sentaks İncelemesi, Ankara: TDK
Yayınları
Çelik, M. – Özsoy, A. S. (Baskıda) Türkçe Tümcelerde Belirlilik ve İletişimsel Sözce Bakış
Açısı
(L. Johanson’un “Bestimmtheit und Mitteilungsperspektive im türkischen Satz. Zeitschrift
der Deutschen Morgenländischen Gesellschaft, Suppl. III: 2. 1186-1203. başlıklı
makalesinin çevirisidir.)
Eckmann, J. (1995) Nehcü’l-Ferâdis, Ankara: TDK Yayınları
Eckmann, J. (1988) Çağatayca El Kitabı, çev. G. Karaağaç, İstanbul: İÜ, Edebiyat Fakültesi
Yayınları
Ergin, M. (1958–1963) Dede Korkut Kitabı 1–2, Ankara: TDK Yayınları
Ergin, M. (1970) Orhun Abideleri, 1000 Temel Eser, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi
Ergüzel, M. M. (1999) Târih-i İbn-i Kesir Tercümesi, Ankara: TDK Yayınları
Gencan, T. N. (1975) Dilbilgisi, Ankara: TDK Yayınları
Gökyay, O. Ş. (1996) Evliya Çelebi Seyahatnamesi 1, Ankara: Yapı Kredi Yayınları
Grønbech, K. (1995) Türkçenin Yapısı, çev. M. Akalın, Ankara: TDK Yayınları
Johanson, L. (1977) Bestimmtheit und Mitteilungsperspektive im türkischen Satz,
Zeitschrift der Deutschen Morgenländischen Gesellschaft Suppl.III: 2, 1186–1203.
Karahan, L. (1996) Yükleme ve İlgi Hâli Ekleri Üzerine Bazı Düşünceler, Üçüncü Uluslar
Arası Türk Dili Kurultayı, TDK Yayınları, 605–611.
Karamanlıoğlu, A. F. (1989) Gülistan Tercümesi, Ankara: TDK Yayınları
Korkmaz, Z. (1973) Marzubanname Tercümesi, Ankara: TDK Yayınları
Özkan, M. (1993) Gülistan Tercümesi, Ankara: TDK Yayınları
Tekin, T. (2003) Orhon Türkçesi Grameri, İstanbul: TDA.
Timurtaş, F. K. (1981) Eski Türkiye Türkçesi, İstanbul: İÜ Edebiyat Fakültesi Yayınları
Toparlı, R. – Çögenli, S. – Yanık, N. H. (1999) El-Kavaninü’l-Külliye Li-Zapti’l-Lügati’t-
Türkiyye, TDK Yayınları, Ankara.
Uzun, N. E. (2000) Ana Çizgileriyle Evrensel Dilbilgisi ve Türkçe, İstanbul: Multilingual.
Üstünova, K. (2002) Dil Yazıları, Ankara: Akçağ Yayınevi
Zajączkowski, A. (1934) Studja nad językiem staroosmańskim. Wybrane ustępy z
anatolijskotureckiego przekładu Kalili i Dimny, Krakowie
hakkında tarihî lehçeler ve Türkiye Türkçesi ile sınırlandırılmış bir değerlendirme yapılacaktır. -A
ekli – hatta -DAn ekli – bir kısım tamlayıcıların da bazı gramerlerde ve araştırmalarda nesne terimi
ile karşılandığını dikkate alarak öncelikle bu çalışmada nesne terimi ile kastedilen öge hakkında
bir açıklama yapmak gerektiğini düşünüyorum. Bu yazıda, nesne terimi ile akkuzatif ekinden
başka hâl eki taşımayan veya hâl eksiz de kullanılabilen cümle ögesi kastedilmiştir. Yazının başlığı
olan “belirtisiz nesne” terimi ise içinde anlamca belirlilik niteliği veren başka gramatikal ögeler
bulunsa da nesnenin akkuzatif eki taşımayan hâli için kullanılmıştır. Ancak yazıda belirtisiz nesne
ve belirtili nesne terimleri yerine -bu çalışmaya mahsus olmak üzere- daha çok akkuzatif ekli
nesne, akkuzatif eksiz nesne terimlerine yer verilmiştir. Bu tercihte, belirli, belirsiz, belirtili,
belirtisiz gibi terimlerin nesnenin aynı zamanda anlam boyutunu da çağrıştırdıkları için herhangi
bir karışıklığa sebep olabilecekleri endişesi etkili olmuştur.
Türkçe söz dizimindeki karakteristik özne-tümleç-yüklem sırasına rağmen cümle ögeleri,
bazı genel eğilimler yanında cümlenin anlamını çeşitli oranlarda etkileyebilecek bir hareketliliğe,
bir esnekliğe sahiptir. Yer değiştiren bir öge, bazen özel bir anlam vurgusuna, bazen bir belirliliğe
veya belirsizliğe işaret eder, bazen de cümlenin anlamını tamamen değiştirir. Cümle ögeleri içinde
yer değiştirmeye en fazla direnen ögelerden biri de belirtisiz nesne yani akkuzatif eksiz nesnedir.
Nesne, içinde yer aldığı cümlenin yardımcı değil zorunlu ögesi veya ögelerinden biridir; hâl
eksiz veya akkuzatif eki ile kullanılır. Bu iki farklı kullanılış, nesnenin söz dizimi içindeki yerini
ve anlamını etkilemiştir. Belirtisiz nesne – yani akkuzatif eksiz nesne – genellikle yüklemin
yanında yer alırken, akkuzatif ekli nesne yüklemle ilişkilerinde – akkuzatif ekli nesneye göre –
bağımsız bir öge olarak söz dizimi içinde daha rahat yer değiştirir. Akkuzatif eksiz nesne,
“belirsizlik” ve “genellik” niteliği ile zorunlu ögesi olduğu fiile bağımlıdır. Nesnenin anlamı
yüklemin anlamıyla birleşerek “dinleyenin şuurunda tamamiyle bütün bir tasavvuru çağrıştırır.”
(2004) V. Uluslararası Türk Dili Kurultayı Bildirileri I, 20–26 Eylül 2004,
Ankara: TDK, 1615–1624.
(Grønbech 1995: 110). “Söz vermek, ders çıkarmak” örneklerinde olduğu gibi birleşik fiil
oluşturmaya diğer cümle ögelerinden daha elverişli olması, akkuzatif eksiz nesnenin bu
“belirsizlik”, “genellik” niteliğinden kaynaklanmaktadır. Aralarındaki ilişkinin mahiyetinden
dolayı böyle nesneler söz dizimi içinde yüklemin yanında yer alırlar. Ancak nesne, çeşitli
gramatikal yollarla “belirlilik” kazandığında fiille arasındaki bağ gevşemekte ve böylece
gerektiğinde yüklemin önünden uzaklaşabilmektedir.
Bu husus, nesneyi konu alan araştırmalarda ve gramerlerimizde vurgulanmıştır. Konuyla
ilgili özel tespitleri olan Grønbech, belirtisiz nesnenin bu özelliğini şöyle ifade ediyor: “Nesneden
başka bir diğer cümle unsuru doğrudan doğruya fiilin önüne gelirse ve dolayısıyla nesne daha
geriye atılmak durumunda kalırsa, sonuncu daima ekin düşmesi gerektiği durumlarda da yükleme
hâline dönüşür.” (Grønbech 1995: 139). Bu genellemelere rağmen tarihî metinlerimizde ve bugün
Türkiye Türkçesinde çok yaygın olmamakla birlikte bir anlamı öne çıkarma ve vurgulama
ihtiyacıyla veya başka bir sebeple nesne dışındaki bir öge yükleme yaklaştığında, akkuzatif eksiz
nesne akkuzatif eki almadan da başka gramatikal yollarla belirlilik kazanarak yüklemden
uzaklaşabilmektedir.
Akkuzatif eksiz bir nesne ile yüklem arasındaki bağımlı şekil ilişkisi da / de, dahi, bile gibi
bağlama, pekiştirme işlevli edatlarla ve soru eki/edatı -mI ile gevşer. Bu gevşeme, bağımlılığın da
derecesini göstermektedir. Akkuzatif eksiz nesne-yüklem ilişkisi, meselâ belirtisiz isim
tamlamalarındaki tamlayan-tamlanan ilişkisine göre daha toleranslıdır. Çünkü belirtisiz isim
tamlamalarında iki unsur arasına edat dahil hiçbir kelime giremez. Akkuzatif eksiz bir nesne ile
yüklem arasındaki şekil ilişkisini etkileyen edatlar, işlevsiz dil birimleri olmadıklarına göre bu iki
öge arasındaki anlam ilişkisini de etkileyeceklerdir. Meselâ Roman da okudum cümlesi, da edatı
ile bize Hikâye okudum, roman da okudum gibi bağlı bir yapıyı çağrıştırabilir. Bu cümlelerde
nesneler, belirtisiz nesnelerdir. Ancak bunlar tek olarak değil, bağlı yapı içinde
değerlendirildiğinde nesnelerin belirsizlik dereceleri arasında fark ortaya çıkmaktadır. Tek bir
cümle sınırları içinde bir cinsi, bir türü karşılayan roman ve hikâye, bağlı yapıda anlam
daralmasına uğrayarak kitap gibi anlam boyutu daha geniş bir cins, bir tür içinde kısmî bir
belirlilik kazanmaktadır.
Bugünkü Türkiye Türkçesinde olduğu gibi tarihî lehçelerde de bir önceki cümle ile bağlantı
sağlamak ve nesnenin anlamını pekiştirmek üzere akkuzatif eksiz nesne ile yüklem arasına
bağlama/pekiştirme edatları ve soru eki/edatı girebilmektedir. Aşağıda çok sık rastlanan bu
kullanımla ilgili birkaç örnek verilmiştir:
İncü dahı dizer (Marzubannâme 250)
İşâret hoz bilmez (Marzubannâme 242)
Ammâ eger sulh isteyüb tuhfeler dahı viribiyevüz (Marzubannâme 255)
Şol kadar ni’met ve ganîmet dahı vermeye ( Kelîle ve Dimne 28)
Ebu Müslim Kahtabe’ye yardımçun on biŋ er dahı göndürdi (Târih-i İbn-i Kesîr 246)
Bir köprüg dahı yasaŋ (Eckmann 1988: 64)
Yataçak yir mi bulduŋ, yurt mı bulduŋ noldı saŋa (Dede Korkut 192/12)
Nesnelere “belirlilik”, dolayısıyla “bağımsızlık” kazandıran ögelerden biri akkuzatif ekidir.
Bu ekin “belirlilik” kazandırma işlevi, tarihî ve bugünkü bazı lehçelerde sadece nesnede değil
ismin isimle ve ismin çekim edatlarıyla ilişkisinde de ortaya çıkmaktadır. Yani akkuzatif ekinin
işlevi sadece nesne ile sınırlı değildir. Ek, meselâ “Efrasiyabnı oglı, yıglamaknı sebebi”
örneklerinde ismin isimle, “anı teg, bizni üçün” örneklerinde ise ismin çekim edatlarıyla ilişkisinde
belirtme görevi yapmaktadır (Karahan 1996: 607). Böyle örnekler Türkiye Türkçesinde yoktur.
Akkuzatif eki bu işleviyle ilgi hâli ekine benzer. Nasıl isim tamlamalarında birinci unsur ilgi hâli
eki ile bağımsızlaştırılıyorsa nesne de akkuzatif eki ile yüklemden bağımsız hâle
getirilebilmektedir (Grønbech 1995: 123). Akkuzatif eki ile ilgili iki önemli tartışmayı da burada
zikretmek istiyorum. Bunlardan biri akkuzatif ekinin içinde bulunduğu kategoridir. Ekin hâl
kategorisi içinde değerlendirilip değerlendirilmeyeceği hususu bugün tartışılmaktadır (Uzun 2000:
232). “Belirli kavram kategorilerinin taşıyıcısı olmadığı”nı savunan Grønbech’e göre bu ek, isim
ile fiil arasında sağlam bir bağlantı meydana gelmesini önleyen bir kelime ayırıcısıdır. O, örnek
olarak Böthlingk’ten Yakutça Ū istim ‘Su içtim’ ve Ūnu istim ‘Suyu içtim’ cümlelerini nakleder ve
cümlelerin ilkinde yapılan, ikincisinde de içilen şeyin ne olduğu anlatıldığı için iki cümle arasında
fark bulunduğunu kaydeder. Akkuzatif ekinin diğer bazı hâl eklerinden farklı olarak fiil-tamlayıcı
ilişkisini kuran, yönlendiren bir ek değil, nesneye tam veya kısmî belirlilik anlamı kazandıran bir
ek olduğu dil biliminde seslendirilen bir görüştür (Karahan 1996: 610). Diğer bir tartışma da ekin
belirtme işlevi etrafında cereyan etmektedir. Akkuzatif eki, yapısında bir belirsizlik sıfatı bulunan
bir sıfat tamlamasını bir belirsizlik sıfatına rağmen – belirli yapabilir mi? Johanson’a göre
akkuzatif ekinin belirlilik işlevi bir kitabı gibi belirsizlik sıfatı biri taşıyan bir örnekte ortadan
kalkmakta ve ek belirlilikten çok özgüllük (specificity) ifade etmektedir. Meselâ Kitabı okudum
cümlesinde hangi kitabı okuduğumuz bellidir; Bir kitabı okudum cümlesinde ise hangi kitabı
okuduğumuz belli değildir. Bu yapı bazı dil bilimi kaynaklarında mantıksal olmayan bir birleşim
olarak değerlendirilir (Johanson 1977:1186-1203 Çeviri: Çelik – Özsoy ).
Akkuzatif eki ile belirlilik niteliği kazanan ve bağımsızlaşan nesne söz dizimi içinde
serbestçe dolaşabilmektedir. Ancak bu dolaşma amaçlanan anlam vurgusu çerçevesinde gelişir. Yer
değiştirmeler keyfî ve gelişigüzel değildir.
Nesnelere belirlilik anlamı veren gramatikal ögelerden biri de iyelik ekidir. İyelik eki,
eklendiği ismi söylenen veya söylenmeyen bir başka kavramla ilişkilendirerek, o kavramı
genellikten kurtarır, belirli yapar. Böyle olduğu için birinci unsuru iyelik ekli isim olan meselâ
Uygur Türkçesinden oglum savı, ögüküm köŋli (Grønbech 1995: 95), Eski Anadolu Türkçesinden
göŋlüm odı, gözlerüm nurı, bahtum güneşi, kirpügüŋ okı (Timurtaş 1981: 67, 68), Çağatay
Türkçesinden atası atı, anası kabri (Eckmann 1988: 58) gibi isim tamlamalarında birinci unsur ilgi
hâli ekine ihtiyaç duymaz. Söz diziminde de akkuzatif eki taşımayan nesneler, iyelik ekleri ile
belirlilik, dolayısıyla bağımsızlık kazanmakta ve gramatikal bir engel olmadan – tabiî gerektiğinde
– kolayca yüklemin yanından uzaklaşabilmektedir. Tarihî lehçelerden bu duruma pek çok tanık
getirmek mümkündür:
Günlerüm dün eyledi ( Timurtaş 1981:71)
Düş gördüm ve nice gördügüm girü unıtdum (Marzubannâme 263)
Oşbu benüm haberüm ol balıklara degür (Marzubannâme 273)
Ben kız kardaşum Hâbile virmezem (Kısas-ı Enbiyâ 101)
Ya Kâbil kardaşuŋ niçün öldürdüŋ? (Kısas-ı Enbiyâ 101)
Bu örneklerdeki nesneler, akkuzatif eki almamalarına rağmen bir türü, bir cinsi değil, bana,
sana, ona, yani bir şahsa ait bilinen bir varlığı karşılarlar ve söz dizimi içinde belirli nesneler
olarak serbestçe dolaşabilirler. Böyle örnekler Türkiye Türkçesinde görülmez. Türkiye
Türkçesinde iyelik ekli bir nesne mutlaka akkuzatif eki istemekte ve ancak akkuzatif eki ile söz
dizimi içinde hareket kabiliyetine sahip olmaktadır.
Nesneleri bağımsızlaştırarak gerektiğinde yüklemden uzaklaştırabilen bir başka yapı da
kelime gruplarıdır. Nesneleri belirtmek, pekiştirmek ve nitelemek amacıyla kurulan kelime
gruplarında, belirtilen, pekiştirilen, nitelenen isim genel olma, tür olma niteliğini kaybeder ve
böylece kısmî de olsa bir belirlilik kazanır. Bunun için en uygun yapı, sıfat tamlamalarıdır. Sıfat
tamlamaları, bir ismin niteleyen veya belirten tarafından daraltılmış anlamını taşır (Banguoğlu
1990: 500). Dil bilimi kaynaklarında gerek belirtme gerekse niteleme sıfatları küme daraltıcı
olarak nitelendirilmektedir (Akerson 2000: 96, 100, 106). Yani isimler, niteleme ve belirtme
sıfatları ile genelden, türden uzaklaşır, belirlilik kazanırlar. Bu özellik, tarihî lehçelerde, sıfat
tamlaması kuruluşundaki akkuzatif eksiz nesnelerin söz dizimi içindeki yerini etkilemiştir. Bu
yapıdaki nesneler, başka bir ögenin bir anlam vurgusu ile yüklemin yanında yer alması durumunda
akkuzatif eki almadan yüklemden uzaklaşabilmektedir. Aşağıda verilen örnekler, çeşitli tarihî
dönemleri temsil eden eserlerden alınmıştır. Örneklerde de görüleceği gibi nesne olan sıfat
tamlamalarının bir kısmı belirtme, bir kısmı da niteleme sıfatlarıyla kurulmuştur:
Bunça budun kop itdim (Kül Tigin Abidesi, Güney Cephesi 2, 3)
Bunuŋ gibi mâlihülyâlar şol kadar söyledi (Gülistan Tercümesi 178)
Saŋa munça türlü ni’met ve ziynet anıŋ üçün birdi (Gülistan Tercümesi 2)
Dürlü ilm hikmet anlara talim itdürür (Marzubannâme 225)
Çok mâl dost düşmen yolında harc itmişem (Marzubannâme 220)
Yana bir sir söz kulagıŋa aydı (Nehcü’l-Ferâdis 157/6)
Bir altun bir yoldaşlarına virüb ta’âm almaga viribidiler (Marzubannâme 222)
Bir kov anlar dahı getürdiler (Dede Korkut 11/10)
Amma ben bu ılan gerek baguban eliyile öldürem (Marzubannâme 227)
Bizi hayır duâdan ferâmuş itmesin diyü bir gayrı kürk hakîre ihsân eyledi (Evliyâ Çelebi
101)
Biş biŋ dahı aŋa virdi (Târih-i İbn-i Kesîr 139)
Men on miŋ yarmak bir kimerse katında emânat koydum (Nehcü’l-Ferâdis 195/3)
Tegme yılda altmış câme böz, bir kat ton za’îfenga bereyin (Kısasü’l-Enbiyâ 144r)
Beş batman etmek, beş batman et, beş batman un, beş kümüş yarmak bir câme böz ol
balık birle Süleymâŋa berdiler (Kısasü’l-Enbiyâ 144r)
Ogul kız erdin bolur tesen Meryemge isi teg ogul atasız ruzi kıldı ( Kısasü’l-Enbiyâ 67r)
Hızır gibi âb-ı hayat benden içti (Marzubannâme 239)
Belki yalıncak padişahlık nice isteyelüm (Marzubannâme 236)
Acı tırnak ağ boynına takalum (Dede Korkut 29/13)
Dede Korkut’ta geçen bazı örneklerde nesne uzaklaşması, vurgudan ziyade cümleler
arasındaki öge paralelizminden (sentaktik paralelizm) kaynaklanmaktadır (Konuyla ilgili olarak
bkz. Üstünova 2002: 50-59).
Kara otağa kondurdılar, kara kiçe altına döşediler, kara koyun yahnısından öŋine
getürdiler (Dede Korkut 11/10)
Kara otağa konduruŋ, kara kiçe altına döşen, kara koyun yahnısından öŋine getürüŋ (Dede
Korkut 13/2)
Bu cümlelerde altına kelimesi otağa ve öŋine kelimelerine paralel olarak yüklemin yanında
yer aldığı için nesne olan kara kiçe sıfat tamlaması yüklemden uzaklaşmıştır. Tekin, gramerinde
uzaklaşmayı, nesnenin yapısına değinmeyerek “Bazı durumlarda, özellikle öznenin vurgulanması
istendiğinde cümle devrik olabilir, yani özne tümleçten sonraya alınabilir.” (Tekin 2003: 211)
şeklinde açıklamakta ve nesnenin yapısına değinmemektedir. Ergin’e göre ise bu konuyu “Nesne
uzaklaşması yerine yer tamlayıcısı yaklaşması şeklinde görmek de mümkündür.” (Ergin 1963:
479). El-Kavâninü’l-Külliye’de belirtisiz nesnenin yeri ile ilgili olarak verilen “Birdüm bege bir
at” örneğinde yüklemden uzaklaşan nesne sıfat tamlaması kuruluşundadır. Ancak eserde bu
yapının değil belirtisiz nesnenin yüklemin hemen yanında bulunduğu “Bir at birdüm bege”
yapısının en fasih ve en yaygın yapı olduğu belirtilir (El-Kavânin 44). Gerçekten de akkuzatif
eksiz nesnenin yüklemden uzaklaşması olayı hiçbir dönemde yaygın değildir. Uzaklaşan nesneler
ise genellikle sıfat tamlaması kuruluşundadır. Çok seyrek olmak üzere isim tamlaması ve tekrar
grubu kuruluşundaki bazı akkuzatif eksiz nesneler de yüklemden uzaklaşabilmektedir.
Yazıtlarda geçen Kagan at bunta biz birtimiz (Kül Tigin Abidesi, Doğu Cephesi 20)
cümlesinde nesne, bir isim tamlamasıdır ve yüklemle arasına başka ögeler girmiştir. Üze Türk
teŋrisi, Türk ıduk yiri subı ança itmiş (Kül Tigin Abidesi, Doğu Cephesi 10, 11) cümlesinin
nesnesi de akkuzatif eksiz bir isim tamlamasıdır.
Yine yazıtlarda geçen şu cümlelerde, yüklemden uzaklaşan nesneler tekrar grubu
kuruluşundadır:
Yelme kargu edgüti urgıl (Tonyukuk Abidesi, Birinci Taş, Kuzey Cephesi 2)
Altun kümüş işgiti kutay buŋsuz ança birür (Kül Tigin Abidesi , Güney Cephesi 5)
Taranan eserlerde aykırı tek tük bazı örneklere de rastlanmıştır. Yazıtlardaki Sab ança ıdmış
(Tonyukuk Abidesi, Birinci Taş, Güney Cephesi 2) ve tartışmalı bir cümle olan Öd teŋri yaşar (Kül
Tigin Abidesi, Kuzey Cephesi 10) cümlesinde uzaklaşan nesneler, kelime grubu değildir. Ergin’in
Dede Korkut Kitabı’nda verdiği(1958–1963) verdiği 12 örneğin 9’u sıfat tamlaması
kuruluşundadır. Yüz yire kodı (204-11), yüz göge tutdılar (68-8), at meydana sürdi (286-3)
örneklerinde ise uzaklaşan nesneler tamlama değildir. Taranan diğer eserlerde de Saman çok
virürler (Marzubannâme 245), Atka eger o yasadı (Eckmann 1988: 64), Benüm katımda mâl nice
emânat kor? (Târih-i İbn-i Kesîr, 178), Dahhâk’ın memleketine hatar nice irişdi. (Gülistan
Tercümesi, 136) cümlelerinde olduğu gibi aykırı birkaç örneğe rastlanmıştır.
Tarihî lehçelerde akkuzatif eksiz bir nesneyi yüklemden uzaklaştıracak kadar vurguya
ihtiyacı olan ögelerin daha çok anıŋ üçün, anlara, anlar, anda, benden, niçe, ança, bunta, biz gibi
zamir kökenli olduğu görülmektedir. Zamirlerle ilgili araştırmalarda bu eğilimin sebepleri üzerinde
durulmalıdır.
Akkuzatif eksiz bir nesneyi yüklemden uzaklaştıran bir başka yapı da bağlı cümlelerdir.
Meselâ Türkiye Türkçesinde İki kitap sana vereyim, üç kitap da arkadaşına vereyim gibi bağlı bir
yapıda akkuzatif eksiz nesnelerle yüklem arasına başka ögeler girmiş ve nesne yüklemden
uzaklaşmıştır. Tek bir cümlenin sınırları içinde gramatikal bir bozukluğa sebep olan bu durum,
bağlı bir yapının sınırları içinde kurallı bir kullanımdır. Verilen bu örnekte de olduğu gibi,
akkuzatif eksiz nesnelerin yüklemden uzaklaşabilmeleri için sıfat tamlaması kuruluşunda olmaları,
yapılarında mutlaka sayı veya belirsizlik sıfatı bulunması ve anlamca paralellik arz eden,
karşılaştırma, beraberlik bildiren bağlı cümleler içinde yer almaları gerekmektedir. Bu hususu
Gencan “de ile bağlanmış eşit kısımlardaki belirtisiz nesnelerle yüklemler arasına başka tümleçler
de girebilmektedir.” şeklinde açıklar ve Bir gömlek kendime, bir gömlek de Orhan’a aldım; Bir
top Orhan’dan, bir top da Yalçın’dan aldım örneklerini verir (Gencan 1971: 97). Aynı yapı, Uzun
tarafından da değerlendirilmiş ve “Yandaşlık Türkçede mutlak değildir, sıralı yapılarda ve bazı
bağlaçlarda belirtisiz ad öbeği – eylem yandaşlığı gerekmeyebilir.” açıklaması ile Ali bir kitap dün
aldı, bir kitap bugün (Uzun 2000: 204) örneği verilmiştir. Bu yapı, Türkçenin tarihî dönemleri için
de mümkün olabilecek bir yapıdır. Ancak sınırlı taramalarımız sırasında bu yapıyı
örneklendiremedik.
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz:
1. Akkuzatif eksiz bir nesne bugün Türkiye Türkçesinde ve tarihî lehçelerde bazı özel
yapılar içinde yüklemden uzaklaşabilmektedir.
2. Nesneye belirlilik anlamı veren sadece akkuzatif eki değildir. Nesne başka yapılarla da
belirlilik kazanmaktadır.
3. Bir cümlede imkânsız olan öge dizilişi, birbirine bağlı cümlelerde mümkün
olabilmektedir. O hâlde öge diziliş kuralları, bağlı cümleleri de içine alacak şekilde belirlenmelidir.
4. Bu çalışmada üzerinde durduğumuz akkuzatif eksiz nesnenin söz dizimindeki yeri
konusu, hem tarihî lehçelerde, hem de bugünkü lehçelerde daha geniş bir inceleme konusu olmalı,
bu kullanımın hangi dönemlerde ve hangi lehçelerde daha yaygın olduğu araştırılmalıdır.
Örneklerin Alındığı Eserler
Dede Korkut bk. Ergin (1958–1963), El-Kavânin bk. Toparlı – Çögenli – Yanık (1999),
Evliyâ Çelebi bk. Gökyay (1996), Gülistan Tercümesi bk. Özkan (1993), Karamanlıoğlu (1989),
Kelîle ve Dimne bk. Zajączkowski (1934), Kısas-ı Enbiyâ bk. Cemiloğlu (1994), Kısasü’l-Enbiyâ
bk. Ata (1997), Kül Tigin Abidesi bk. Ergin (1970), Marzubannâme bk. Korkmaz (1973),
Nehcü’l-Ferâdis bk. Eckmann (1995), Târih-i İbn-i Kesîr bk. Ergüzel (1999), Tonyukuk Abidesi
bk. Ergin (1970)
Kaynaklar
Akerson, F. E. (2000), Dile Genel Bir Bakış, İstanbul: Multilingual.
Ata, A. (1997) Kısasü’l-Enbiyâ, Ankara: TDK Yayınları
Banguoğlu, T. (1990) Türkçenin Grameri, Ankara: TDK Yayınları
Cemiloğlu, İ. (1994) Kısas-ı Enbiyâ Nüshası Üzerinde Sentaks İncelemesi, Ankara: TDK
Yayınları
Çelik, M. – Özsoy, A. S. (Baskıda) Türkçe Tümcelerde Belirlilik ve İletişimsel Sözce Bakış
Açısı
(L. Johanson’un “Bestimmtheit und Mitteilungsperspektive im türkischen Satz. Zeitschrift
der Deutschen Morgenländischen Gesellschaft, Suppl. III: 2. 1186-1203. başlıklı
makalesinin çevirisidir.)
Eckmann, J. (1995) Nehcü’l-Ferâdis, Ankara: TDK Yayınları
Eckmann, J. (1988) Çağatayca El Kitabı, çev. G. Karaağaç, İstanbul: İÜ, Edebiyat Fakültesi
Yayınları
Ergin, M. (1958–1963) Dede Korkut Kitabı 1–2, Ankara: TDK Yayınları
Ergin, M. (1970) Orhun Abideleri, 1000 Temel Eser, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi
Ergüzel, M. M. (1999) Târih-i İbn-i Kesir Tercümesi, Ankara: TDK Yayınları
Gencan, T. N. (1975) Dilbilgisi, Ankara: TDK Yayınları
Gökyay, O. Ş. (1996) Evliya Çelebi Seyahatnamesi 1, Ankara: Yapı Kredi Yayınları
Grønbech, K. (1995) Türkçenin Yapısı, çev. M. Akalın, Ankara: TDK Yayınları
Johanson, L. (1977) Bestimmtheit und Mitteilungsperspektive im türkischen Satz,
Zeitschrift der Deutschen Morgenländischen Gesellschaft Suppl.III: 2, 1186–1203.
Karahan, L. (1996) Yükleme ve İlgi Hâli Ekleri Üzerine Bazı Düşünceler, Üçüncü Uluslar
Arası Türk Dili Kurultayı, TDK Yayınları, 605–611.
Karamanlıoğlu, A. F. (1989) Gülistan Tercümesi, Ankara: TDK Yayınları
Korkmaz, Z. (1973) Marzubanname Tercümesi, Ankara: TDK Yayınları
Özkan, M. (1993) Gülistan Tercümesi, Ankara: TDK Yayınları
Tekin, T. (2003) Orhon Türkçesi Grameri, İstanbul: TDA.
Timurtaş, F. K. (1981) Eski Türkiye Türkçesi, İstanbul: İÜ Edebiyat Fakültesi Yayınları
Toparlı, R. – Çögenli, S. – Yanık, N. H. (1999) El-Kavaninü’l-Külliye Li-Zapti’l-Lügati’t-
Türkiyye, TDK Yayınları, Ankara.
Uzun, N. E. (2000) Ana Çizgileriyle Evrensel Dilbilgisi ve Türkçe, İstanbul: Multilingual.
Üstünova, K. (2002) Dil Yazıları, Ankara: Akçağ Yayınevi
Zajączkowski, A. (1934) Studja nad językiem staroosmańskim. Wybrane ustępy z
anatolijskotureckiego przekładu Kalili i Dimny, Krakowie
Dil Asla Masum Değildir (Prof. Dr. Semiramis Yağcıoğlu)
Son zamanlarda, özellikle genç kuşağın tanışırken kullandığı “Ilgın ben.”, “Tolga
ben.”, “Esin ben.” vb. dil kirliliğine yol açan yanlış söylemlerin Türkçenin cümle yapısına
ciddi boyutlarda zarar verdiğini düşünmekteyiz. Bu nedenle çalışmamızda, cümlenin
kurucuları olan yüklemi ve özneyi konu edinip irdelemeyi amaçladık.
Türkçede, “özne + tümleç + yüklem” dizgisi içinde verilen cümlede, özne ve yüklemin
asıl unsurlar, tümleçlerin ise yardımcı unsurlar olduğu; asıl unsurların sonda, yardımcı
unsurların ise başta bulunduğu bilinir. Öznenin asıl unsur olup olmama konusunda farklı
yaklaşımlar olmakla birlikte her yüklemin bir edeni, eyleyeni olma zorunluluğunu, öznesiz
cümle olamayacağını, sözdiziminin temel özelliklerinden biri olarak benimsediğimizden
konuyu bu bağlamda değerlendireceğimizi belirtmekte yarar görüyoruz. 1
Ancak asıl unsur olan öznenin, yüklemin içinde bugün bir ekle temsil edilen gramer
öznesi olduğunu, sıralama içinde başta gösterilen öznenin ise sözlüksel özne olduğunu da
hatırlatmak gerekir. Çünkü hem “cümlenin kurucuları, asıl unsurlar özne ve yüklemdir”
diyeceğiz, hem de cümle dizgisini “özne + tümleç + yüklem” biçiminde verip, özneyi başa
alacağız.. Bu çelişkiyi aşmak, ancak sözlüksel özne ile gramer öznesi ayrımının yapılması ile
gerçekleşecektir. Asıl olan öznenin, yüklemin içinde bulunan ve bir ekle temsil edilen özne
oluşunun vurgulanması, öznenin yüzey yapıda yer almadığı cümleleri açıklamak için de
gereklidir. Çünkü üçüncü kişilerin dışında birinci ve ikinci kişiler özne olduğunda, öznenin
istenirse yüzey yapıya çıkarılmama durumu vardır. Hatta özel bir nedeni yoksa, birinci ve
ikinci kişiler, özne olduğunda cümleden atılırlar. Dilin emekten, zamandan tasarruf etmek
istemesi ve estetik değerlere olan düşkünlüğü, yani tekrarları sevmemesi buna yol açmaktadır.
Öyleyse bizim dilimizde ister eylem, ister ad cümlesi olsun, yüklem içinde özneyi
barındırmalıdır. Bu durum, Türkçenin yapısal özelliklerinden biridir. Ancak üçüncü tekil
kişilerde özne yüzey yapıya çıkmazsa da, varlığını derin yapıda sürdürmektedir.
Kimsiniz?,
İki haftadır hastayım.
Yarın Bursa’ya gideceğim,
Mahallenin delisi, duvara oturmuş-Ø,
Çocuklar, ikindiden beri uyuyorlar vb.
Örneklerde görüldüğü gibi ister bir işi, bir oluşu zamana ve kişiye bağlı olarak
gösteren eylemler olsun, ister yüklem görevini üstlenen ad gurubu dil birimleri olsun, tüm
yüklemler, hareketin öznesi olan bir kişi öğesini taşımak zorundadırlar.
Bizce, öznesiz cümle olup olmayacağı, öznenin asıl unsur olup olmayacağı
tartışmalarının temelinde sözlüksel özne ile gramer öznesi ayrımının yapılmayışı yatmaktadır.
Asıl unsur olan ve olmazsa olmaz denen özne, yüklemin içinde bir ekle temsil edilen gramer
öznesidir. Yoksa her cümle yüzey yapıda bir özne bulundurmak zorunda değildir. Doğal
olarak sözlüksel öznesi olmayan “Geçmiş olsun.”, “Hayırlı olsun”, “Ders çalışmalı.” vb. pek
çok cümleyle karşılaşırız. Bunları öznesiz cümle saymanın doğru olmadığını düşünmekteyiz..
3
Dilin bir dizge, bir sistem oluşu, dilin öğrenilmesi ile sistemin kavranmasını eş değer
kılmaktadır. Öyleyse bir dili konuşanlar, duygularını, düşüncelerini açıklarken sistemin
dışında kalmamalı, iletişim kurarken sistemin kurallarını işletmelidir.
Yukarıda sözünü ettiğimiz “Ilgın ben.” türü söylemler, Eski Türkçede zamirlerin koşaç
olarak kullanımını düşündürmektedir. Tarihî metinler incelendiğinde, yalın haldeki kişi
zamirlerinin eylem çekiminde kişi işareti olarak kullanıldığı görülmektedir.
Öz içi taşın tutmış teg biz (kendi iç(kuvvetler)i (ile) dış (topraklar)ı tutmuş gibiyiz)
Türk bodun tokurkak sen (Türk halkı, (sen) tok (gözlü ve) aksisin)
Bir todsar asçık ömez sen (bir doyarsan (tekrar) acıkacağını düşünmezsin)
Açsık tosık ömez sen (acıkırsan doyacağını düşünmezsin) Orhon Yazıtları
Yablak ol (kötüdür)
Ala atlıà yol tengri men (ala atlı yol tanrısıyım) Irk Bitig
Tört uluà çınlarta belgülüg idiş ol ( dört ulu çınlardan nişan veren bir kâsedir)
Biz dindar biz (biz dindarız) Turfan Metinleri
Andaà küçlüg men (öyle güçlüyüm)
Arıà dintar men (saf, temiz dindarım)
Kök buymul toàan úuş men (bir çeşit mavi doğan kuşuyum)
Edgü ol (iyidir)
Ötünür biz kün ay tengrike (güneş ve ay tanrılara rica ederiz) Mani metni
Yadınur men... yaşurmaz men baturmaz men…(yayarım; örtmem, kapatmam)
Tükel bilge biliglig ol (eksiksiz bilge bilgilidir) Altun Yaruk
Çanta içerig úodàu ol (çanta(yı) içeri bırakmak gerek)
Uluà bilge erenlerig ögirdür siz (büyük bilge insanları sevindirirsiniz)
Burkan Metinleri
4
Ahmet Cevat Emre, “Türkçede Cümle: II. İsim Cümleleri” adlı makalesinde, Türkçede
koşacın gelişimini verirken, “İsim cümlemizde eskiden koşaç (copule) olarak 3. kişi ol
zamirinin kullanıldığı görülmektedir. …… Irk Bitig isimli, eski Türk yazısıyla el yazması fal
kitabı 3. kişi ol zamirinin isim cümlelerinde koşaç olarak kullanıldığını gösteren misallerle
doludur. …….Yalnız ol 3. kişi zamiri değil, öbür zamirler de koşaç rolünü oynamışlardır.” 2
diyerek Irk Bitig, Turfan Metinleri ve Divan-ı Lügat-it Türk’ten örnekler verir. Zeynep
Korkmaz ise, “Eski Anadolu Türkçesindeki –van / -ven, -vuz / -vüz Şahıs ve Bildirme
Eklerinin Anadolu Ağızlarındaki Kalıntıları” adlı çalışmasında, “-ur / -ür, -ar / -er, -ır / -ir, -
yur / -yür; -yuk / -yük; -gay / -gey; -taçı / -teçi gibi sıfat fiil ekleriyle kurulan geniş, gelecek,
geçmiş zaman kiplerinde şahıs ve buna bağlı teklik, çokluk kavramı doğrudan doğruya şahıs
zamirleriyle karşılanmaktadır” 3 diyerek Eski Türkçe dönemi metinlerinde gördüğümüz bu
tür örneklerin, Karahanlı, Harezm, Kıpçak ve Çağatay dönemi metinlerinde izlenebildiğini
belirtmektedir.
Bu uraàut ersek ol (bu kadın erkek isteyicidir)
Evge barıàlı men (eve gitmek üzereyim) DLT
Uúuş körki til ol, bu til körki söz (aklın süsü dildir, dilin süsü söz)
Kişi körki yüz ol, bu yüz körki köz (kişinin süsü yüzdür, yüzün süsü de göz)
Sen kim bolur sen? (sen kimsin?)
Men kelmedim men (ben gelmedim)
Körmedin mü bu haúan yüzin? (görmedin mi hakanın yüzünü?) Kutadgu Bilig
Men za’ifa men (ben bir kadınım)
Biz mundın ögrenürlerdin miz (biz bundan öğrenenlerdeniz)
Sen kim sen? (sen kimsin?) Rabguzi- Kısasü’l-Enbiyâ
Ey abuşúa sen kim bolur sen? (ey ihtiyar sen kimsin?)
Kelür yıl Mekkeke kirgey miz (gelecek yıl Mekke’ye gireceğiz)
Men oúıàan ermes men (ben okuyamam) Nehcü’l-Ferâdis
Bil ki min barçaàa muşfiú dur min (bil ki, ben herkese aynı derecede şefkatliyim)
5
Didiler sin çaàatay ili sin (dediler ki sen Çağatay halkındansın) Şeybânî-nâme
Bu kullanımlar, eserlerde XIV. yüzyıla kadar görülse de, XI. yüzyıldan itibaren
yüklemden sonra gelen kişi işareti olarak kullanılan ve özne görevini üstlenen zamirin
ekleşmesiyle yeni biçimler kullanıma çıkmıştır. “XI. yüzyıldan bu yana metinlerde kimi
kiplerin çekiminde kişi zamirlerinden iyelik eklerine aktarılmış bulunan çekimlere
rastlanmaktadır. ” 4 diyen Korkmaz, yukarıda sözünü ettiğimiz çalışmasında zamirlerin nasıl
ekleştiğini, eylem çekim eki haline geldiğini, hangi kiplerin iyelik menşeli ekler aldıklarını,
hangilerinin zamir menşeli eklerle çekimlendiklerini ayrıntılı olarak anlatmaktadır.
Kim çıúmasa mundaà úınlar úılàu-mız (kim çıkmazsa ona şöyle eziyet edeceğiz)
Rabguzi- Kısasü’l-Enbiyâ
Beyrek didükleri men-em (Beyrek dedikleri benim.)
Banı Çiçegin dadısı-yam (Banu Çiçeğin dadısıyım) Dede Korkut Destanları
Ben-venin topraàıla su, sen güneş-sin (toprakla su benim, sen güneşsin, bunu bil)
Ben daúı revâ görmez-in ( ben de revâ görmem) Kelile ve Dimne
Örneklerden de görüldüğü gibi; Türkçe, ad cümlesindeki bir yüklemi oluşturmak için
önce yüklem adı dediğimiz bir adın üzerine ek eylemi getirir. Sonra da bunu, kip ve şahıs
zamirlerini / eklerini getirerek çekimli hale koyar. Bu yüklem, tamlayanları veya sıfatlarıyla
birlikte herhangi bir ad veya adın yerini tutabilecek bir öğe olabileceği gibi eylemden
yapılmış geçici ad ve sıfatlardan biri de olabilir. Bütün bu örnekler bize gösteriyor ki; ad ya
da eylem soylu hangi tür dil birimi olursa olsun, tüm yüklemler özneyi içinde barındırmak
zorundadırlar.
Bu bilgiler ışığında şimdi “Ilgın ben.” cümlesini değerlendirelim. Cümleyi;
yüklem özne
a. Ilgın-Ø ben.
“Yüklem + özne” dizgisinde devrik bir cümle olarak ele alalım. Ancak yüklemin
içinde bildirmenin birinci tekil kişisinin özneyi temsil eden ek olarak yer alması
gerekmektedir. Yani cümlenin, “Ilgınım ben.” biçiminde olması zorunludur.
özne yüklem
b. Ilgın ben-Ø.
6
“Özne + yüklem” dizgisinde kurallı bir cümle olarak ele aldığımızda da yine yüklemde
özne temsilcisinin bulunmadığını görmekteyiz. “Ilgın benim.” biçiminde olması gerekse de,
anlam olarak ilk kez karşılaşılan birine, “Ilgın başkası değil; benim.” anlamına gelecek bu
cümleyi söylemek dilin tutarlılık ilkesiyle bağdaşamayacağından a seçeneğinde verilen
çözümlemenin doğru olması gerekmektedir.
Efrasiyap Gemalmaz, derslerinde bu konudaki düşüncelerini şöyle özetlemektedir:
“Türkçe oldukça sentetik bir dil olma görünümüne sahiptir. Yani söz dizimini bir kavram
işaret düzeni üzerine kurma eğilimindedir. Ancak hemen her paradigmanın bir öğesinin boş
öğe olması, ifadede taraflarca bilinen öğelerin eksiltilmesi ile sağlanan ekonomi, dil
öğelerinin kullanılma sıklığına bağlı aşınmasıyla sağlanan ikinci bir ekonomiyle
desteklendiğinde Türkçe izini sürmekte zorlandığımız analitik yapıları önümüze koymaktadır.
Bütün bu durumları dikkate almayan dilbilgisi kitapları sadece şekle dayanarak adlandırma
yaptıkları için bugün dilimizi betimleme ve açıklama konusunda içinden çıkılması güç bir
kargaşayı yaşamak zorunda kalıyoruz.”
Ayrıca Eski Türkçedeki “Tensi men” (Tensiyim) (Irık Bitig / I-ı), “Tengri men”
(tanrıyım, majesteyim) (Turfan Metinleri / 276) kullanımını çağrıştırsa da, “Ilgın ben.”
söyleminde ben zamirinin koşaç olarak kullanımı bugün için söz konusu değildir. Ulusların
dili zaman içinde biçimsel değişikliklere uğrayabilirler. Art zamanlı çalışmalarda dildeki
değişimlerin zengin örneklerini görmekteyiz. Değişmelerin kimi nedenli, kimi de nedensizdir.
Kemal Eraslan, “Belli bir sebebe dayanmayan değişmeler Türk dilinin gelişmesini ve Türk dili
lehçe ve şivelerini belirleyen hadiselerdir.” 5 sözleriyle dildeki değişimlerin ne denli önemli
olduğuna dikkat çekmektedir. Türk dilinin temel yapısında dikkati çeken bir durum, ses
olaylarının sıklığı ve sistemli bir biçimde gerçekleşmesidir. Burada bizi ilgilendirenlerden
biri; kısalma, ya da ek düşümü diyebileceğimiz dil olayıdır. “Kısalma hâdisesi, kök, gövde ve
ek halindeki bir gramer birliğinde, belli sebeplere bağlı olarak veya olmayarak, ses veya ses
gruplarının düşmesi, erimesi veya kaynaşması ile o gramer birliğinin kısalmaya uğraması
hâdisesidir. Kısalma hâdisesini ek yığılması hâdisesinin paraleli olarak görmek mümkündür.”
6 diyen Kemal Eraslan, çalışmasında kısalma olayının en çok eklerde gerçekleştiğini ileri
sürer. “Ilgın ben.” söylemindeki durumu, kısalma olarak değil, ancak ek düşümü olarak
açıklayabiliriz. Çünkü kısalma geçmişte gerçekleşmiş, kişi zamiri eke dönüşmüştür. Şimdi
kısalan ek, düşüme uğramıştır.
7
Tarihî lehçeleri ve günümüz lehçelerini dikkate aldığımızda Türkçenin ne zamanı ne
de kişiyi bir ekle göstermek zorunda olmadığı görülür. “Ben yarın git.”, “Sen şimdi iyi.”,
“Onlar iki saat sonra gel.”, “Biz sizi karşılamak gerek mi?” cümleleri uygun durum ve
bağlam içinde belki anlaşılır ifadeler oluşturur. Zamanın ve kişinin yüklem sonunda
işaretlenerek genel olarak tekrarlanması ve daha sonra bunlarla ilgili özel yapıların cümle
içinde gerektiğinde silinebileceklerinin kavranması, değişimin sonucudur. Ancak bugün
Türkiye Türkçesinde yüklem olmanın koşulları oturmuş ve kurallarla belirlenmiştir. Burada
olduğu gibi Türkçenin temel yapısal özelliklerinden birinin Eski Türkçedeki kullanıma
benziyor diye doğru sayılması mümkün olamaz. Dolaysıyla biçimsel olarak benzeşse de, bu
iki söylemi aynı kefeye koymak olası değildir. Bu da “Ilgın ben.” söyleminin kabul görmesi
düşünülmeyecek eksik bir yapı olduğunu göstermektedir. Üçüncü kişi dışında kalan birinci ve
ikinci teklik / çokluk kişilerin özne olduğu cümlelerde, yüklem mutlaka özne işaretini yüzey
yapıya çıkarmalıdır.
Konuşma dili, yazı diline göre daha ayrıcalıklıdır. Konuşurken sınama ve yanılma
hakkımız her zaman vardır. Ne ek, ne edat, ne ad, ne sıfat düşünürüz. Nelerin eksiltilendiğini,
nelerden niçin ekonomiye gidildiğini iyi hissetmek anlamak için yeterlidir. Yine de konuşma
dilinde de olsa, bu temel kurala uyulmadığı durumlarda, “Siz nerede, biz orada”, “Ne sen
söyle, ne ben” gibi yanlış kullanımlar, dilin kirlenmesine yol açtığı gibi örnekseme yoluyla
başka yanlışların da dile dolmasına neden olmaktadır. Doğrusu; “Siz neredeyseniz, biz
oradayız”, “Ne sen söyle, ne ben söyleyeyim” olan bu tür söylemleri yaygınlaştırarak
yanlışların önüne geçmezsek, dil yanlışları her geçen gün biraz daha artarak kullananları
huzursuz edecek boyutlara ulaşır. Gerek dili kullananlar, gerek öğretenler dilin yapısal
özelliklerini dil adını verdiğimiz sistemin içinde sistem anlayışıyla bağlantılı olarak işletmek
zorundadır. Bu tür bozuk yapıların kullanımda kendine yer edinmesinin temel nedenlerinden
biri yabancı dillerin etkisi olsa gerek. Özellikle dublajda yapılan çeviriler, televizyon
kanalıyla dile girmekte ve yine televizyonun tartışmasız kabul edilen gücüyle
yaygınlaşmaktadır. İngilizcede "I'm Ilgın" ya da “This is Ilgın" cümlelerinin çevirisi olarak
bize “Ilgın ben.” biçiminde yerleşen bu bozuk söylemden en kısa zamanda kurtulmak
zorundayız.
Locke, “İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme” adlı eserinde konunun önemini şöyle
vurgulamıştır: “Dilin kötü kullanımındaki bu uygunsuzluğun sıkıntısını insanlar kendi kişisel
düşüncelerinde yaşarlar, ama bunun çok daha açık seçik olan sonucu ise konuşma, söylem,
8
tartışma içindeki düzensizliklerdir. İnsanlar buluşlarını, muhakemelerine ve bilgilerini
birbirlerine koca bir kanal olan dil ile aktarırlar. Bunu kötü kullanan kimse, nesnelerin kendi
içinde olan bilgi pınarlarını bozmasa da gücünün el verdiği kadar, insanoğlunun yararına ve
genel kullanıma hizmet eden dağıtım ağının borularını tıkar ya da kırar.” 7 Biz de, iletişim
ağının tıkanmaması, kırılmaması adına ana dilimizin etkin ve yetkin bir biçimde
kullanılmasına özen göstermeliyiz.
1 Ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmet Özmen; Özne Üzerine Düşünceler, (V. Uluslar arası Türk Dili Kurultayında
sunulan bildiri)
2 Ahmet Cevat Emre, Türkçede Cümle: II. İsim Cümlesi, Belleten 1955 s. 23-58
3 Zeynep Korkmaz, Eski Anadolu Türkçesindeki –van / -ven, -vuz / -vüz Şahıs ve Bildirme Eklerinin Anadolu
Ağızlarındaki Kalıntıları, TDAY-Belleten 1964, s. 44
4 age. s. 46 vd.
5 Kemal Eraslan, Türkçede Kısalma Hâdisesi, Uluslar arası Türk Dili Kongresi 1992, s. 39
6 age. s. 39-40
7 John Locke, Essay Concerning Human Understanding, III. Kitap, 11. Bölüm, 5. Kısım
ben.”, “Esin ben.” vb. dil kirliliğine yol açan yanlış söylemlerin Türkçenin cümle yapısına
ciddi boyutlarda zarar verdiğini düşünmekteyiz. Bu nedenle çalışmamızda, cümlenin
kurucuları olan yüklemi ve özneyi konu edinip irdelemeyi amaçladık.
Türkçede, “özne + tümleç + yüklem” dizgisi içinde verilen cümlede, özne ve yüklemin
asıl unsurlar, tümleçlerin ise yardımcı unsurlar olduğu; asıl unsurların sonda, yardımcı
unsurların ise başta bulunduğu bilinir. Öznenin asıl unsur olup olmama konusunda farklı
yaklaşımlar olmakla birlikte her yüklemin bir edeni, eyleyeni olma zorunluluğunu, öznesiz
cümle olamayacağını, sözdiziminin temel özelliklerinden biri olarak benimsediğimizden
konuyu bu bağlamda değerlendireceğimizi belirtmekte yarar görüyoruz. 1
Ancak asıl unsur olan öznenin, yüklemin içinde bugün bir ekle temsil edilen gramer
öznesi olduğunu, sıralama içinde başta gösterilen öznenin ise sözlüksel özne olduğunu da
hatırlatmak gerekir. Çünkü hem “cümlenin kurucuları, asıl unsurlar özne ve yüklemdir”
diyeceğiz, hem de cümle dizgisini “özne + tümleç + yüklem” biçiminde verip, özneyi başa
alacağız.. Bu çelişkiyi aşmak, ancak sözlüksel özne ile gramer öznesi ayrımının yapılması ile
gerçekleşecektir. Asıl olan öznenin, yüklemin içinde bulunan ve bir ekle temsil edilen özne
oluşunun vurgulanması, öznenin yüzey yapıda yer almadığı cümleleri açıklamak için de
gereklidir. Çünkü üçüncü kişilerin dışında birinci ve ikinci kişiler özne olduğunda, öznenin
istenirse yüzey yapıya çıkarılmama durumu vardır. Hatta özel bir nedeni yoksa, birinci ve
ikinci kişiler, özne olduğunda cümleden atılırlar. Dilin emekten, zamandan tasarruf etmek
istemesi ve estetik değerlere olan düşkünlüğü, yani tekrarları sevmemesi buna yol açmaktadır.
Öyleyse bizim dilimizde ister eylem, ister ad cümlesi olsun, yüklem içinde özneyi
barındırmalıdır. Bu durum, Türkçenin yapısal özelliklerinden biridir. Ancak üçüncü tekil
kişilerde özne yüzey yapıya çıkmazsa da, varlığını derin yapıda sürdürmektedir.
Kimsiniz?,
İki haftadır hastayım.
Yarın Bursa’ya gideceğim,
Mahallenin delisi, duvara oturmuş-Ø,
Çocuklar, ikindiden beri uyuyorlar vb.
Örneklerde görüldüğü gibi ister bir işi, bir oluşu zamana ve kişiye bağlı olarak
gösteren eylemler olsun, ister yüklem görevini üstlenen ad gurubu dil birimleri olsun, tüm
yüklemler, hareketin öznesi olan bir kişi öğesini taşımak zorundadırlar.
Bizce, öznesiz cümle olup olmayacağı, öznenin asıl unsur olup olmayacağı
tartışmalarının temelinde sözlüksel özne ile gramer öznesi ayrımının yapılmayışı yatmaktadır.
Asıl unsur olan ve olmazsa olmaz denen özne, yüklemin içinde bir ekle temsil edilen gramer
öznesidir. Yoksa her cümle yüzey yapıda bir özne bulundurmak zorunda değildir. Doğal
olarak sözlüksel öznesi olmayan “Geçmiş olsun.”, “Hayırlı olsun”, “Ders çalışmalı.” vb. pek
çok cümleyle karşılaşırız. Bunları öznesiz cümle saymanın doğru olmadığını düşünmekteyiz..
3
Dilin bir dizge, bir sistem oluşu, dilin öğrenilmesi ile sistemin kavranmasını eş değer
kılmaktadır. Öyleyse bir dili konuşanlar, duygularını, düşüncelerini açıklarken sistemin
dışında kalmamalı, iletişim kurarken sistemin kurallarını işletmelidir.
Yukarıda sözünü ettiğimiz “Ilgın ben.” türü söylemler, Eski Türkçede zamirlerin koşaç
olarak kullanımını düşündürmektedir. Tarihî metinler incelendiğinde, yalın haldeki kişi
zamirlerinin eylem çekiminde kişi işareti olarak kullanıldığı görülmektedir.
Öz içi taşın tutmış teg biz (kendi iç(kuvvetler)i (ile) dış (topraklar)ı tutmuş gibiyiz)
Türk bodun tokurkak sen (Türk halkı, (sen) tok (gözlü ve) aksisin)
Bir todsar asçık ömez sen (bir doyarsan (tekrar) acıkacağını düşünmezsin)
Açsık tosık ömez sen (acıkırsan doyacağını düşünmezsin) Orhon Yazıtları
Yablak ol (kötüdür)
Ala atlıà yol tengri men (ala atlı yol tanrısıyım) Irk Bitig
Tört uluà çınlarta belgülüg idiş ol ( dört ulu çınlardan nişan veren bir kâsedir)
Biz dindar biz (biz dindarız) Turfan Metinleri
Andaà küçlüg men (öyle güçlüyüm)
Arıà dintar men (saf, temiz dindarım)
Kök buymul toàan úuş men (bir çeşit mavi doğan kuşuyum)
Edgü ol (iyidir)
Ötünür biz kün ay tengrike (güneş ve ay tanrılara rica ederiz) Mani metni
Yadınur men... yaşurmaz men baturmaz men…(yayarım; örtmem, kapatmam)
Tükel bilge biliglig ol (eksiksiz bilge bilgilidir) Altun Yaruk
Çanta içerig úodàu ol (çanta(yı) içeri bırakmak gerek)
Uluà bilge erenlerig ögirdür siz (büyük bilge insanları sevindirirsiniz)
Burkan Metinleri
4
Ahmet Cevat Emre, “Türkçede Cümle: II. İsim Cümleleri” adlı makalesinde, Türkçede
koşacın gelişimini verirken, “İsim cümlemizde eskiden koşaç (copule) olarak 3. kişi ol
zamirinin kullanıldığı görülmektedir. …… Irk Bitig isimli, eski Türk yazısıyla el yazması fal
kitabı 3. kişi ol zamirinin isim cümlelerinde koşaç olarak kullanıldığını gösteren misallerle
doludur. …….Yalnız ol 3. kişi zamiri değil, öbür zamirler de koşaç rolünü oynamışlardır.” 2
diyerek Irk Bitig, Turfan Metinleri ve Divan-ı Lügat-it Türk’ten örnekler verir. Zeynep
Korkmaz ise, “Eski Anadolu Türkçesindeki –van / -ven, -vuz / -vüz Şahıs ve Bildirme
Eklerinin Anadolu Ağızlarındaki Kalıntıları” adlı çalışmasında, “-ur / -ür, -ar / -er, -ır / -ir, -
yur / -yür; -yuk / -yük; -gay / -gey; -taçı / -teçi gibi sıfat fiil ekleriyle kurulan geniş, gelecek,
geçmiş zaman kiplerinde şahıs ve buna bağlı teklik, çokluk kavramı doğrudan doğruya şahıs
zamirleriyle karşılanmaktadır” 3 diyerek Eski Türkçe dönemi metinlerinde gördüğümüz bu
tür örneklerin, Karahanlı, Harezm, Kıpçak ve Çağatay dönemi metinlerinde izlenebildiğini
belirtmektedir.
Bu uraàut ersek ol (bu kadın erkek isteyicidir)
Evge barıàlı men (eve gitmek üzereyim) DLT
Uúuş körki til ol, bu til körki söz (aklın süsü dildir, dilin süsü söz)
Kişi körki yüz ol, bu yüz körki köz (kişinin süsü yüzdür, yüzün süsü de göz)
Sen kim bolur sen? (sen kimsin?)
Men kelmedim men (ben gelmedim)
Körmedin mü bu haúan yüzin? (görmedin mi hakanın yüzünü?) Kutadgu Bilig
Men za’ifa men (ben bir kadınım)
Biz mundın ögrenürlerdin miz (biz bundan öğrenenlerdeniz)
Sen kim sen? (sen kimsin?) Rabguzi- Kısasü’l-Enbiyâ
Ey abuşúa sen kim bolur sen? (ey ihtiyar sen kimsin?)
Kelür yıl Mekkeke kirgey miz (gelecek yıl Mekke’ye gireceğiz)
Men oúıàan ermes men (ben okuyamam) Nehcü’l-Ferâdis
Bil ki min barçaàa muşfiú dur min (bil ki, ben herkese aynı derecede şefkatliyim)
5
Didiler sin çaàatay ili sin (dediler ki sen Çağatay halkındansın) Şeybânî-nâme
Bu kullanımlar, eserlerde XIV. yüzyıla kadar görülse de, XI. yüzyıldan itibaren
yüklemden sonra gelen kişi işareti olarak kullanılan ve özne görevini üstlenen zamirin
ekleşmesiyle yeni biçimler kullanıma çıkmıştır. “XI. yüzyıldan bu yana metinlerde kimi
kiplerin çekiminde kişi zamirlerinden iyelik eklerine aktarılmış bulunan çekimlere
rastlanmaktadır. ” 4 diyen Korkmaz, yukarıda sözünü ettiğimiz çalışmasında zamirlerin nasıl
ekleştiğini, eylem çekim eki haline geldiğini, hangi kiplerin iyelik menşeli ekler aldıklarını,
hangilerinin zamir menşeli eklerle çekimlendiklerini ayrıntılı olarak anlatmaktadır.
Kim çıúmasa mundaà úınlar úılàu-mız (kim çıkmazsa ona şöyle eziyet edeceğiz)
Rabguzi- Kısasü’l-Enbiyâ
Beyrek didükleri men-em (Beyrek dedikleri benim.)
Banı Çiçegin dadısı-yam (Banu Çiçeğin dadısıyım) Dede Korkut Destanları
Ben-venin topraàıla su, sen güneş-sin (toprakla su benim, sen güneşsin, bunu bil)
Ben daúı revâ görmez-in ( ben de revâ görmem) Kelile ve Dimne
Örneklerden de görüldüğü gibi; Türkçe, ad cümlesindeki bir yüklemi oluşturmak için
önce yüklem adı dediğimiz bir adın üzerine ek eylemi getirir. Sonra da bunu, kip ve şahıs
zamirlerini / eklerini getirerek çekimli hale koyar. Bu yüklem, tamlayanları veya sıfatlarıyla
birlikte herhangi bir ad veya adın yerini tutabilecek bir öğe olabileceği gibi eylemden
yapılmış geçici ad ve sıfatlardan biri de olabilir. Bütün bu örnekler bize gösteriyor ki; ad ya
da eylem soylu hangi tür dil birimi olursa olsun, tüm yüklemler özneyi içinde barındırmak
zorundadırlar.
Bu bilgiler ışığında şimdi “Ilgın ben.” cümlesini değerlendirelim. Cümleyi;
yüklem özne
a. Ilgın-Ø ben.
“Yüklem + özne” dizgisinde devrik bir cümle olarak ele alalım. Ancak yüklemin
içinde bildirmenin birinci tekil kişisinin özneyi temsil eden ek olarak yer alması
gerekmektedir. Yani cümlenin, “Ilgınım ben.” biçiminde olması zorunludur.
özne yüklem
b. Ilgın ben-Ø.
6
“Özne + yüklem” dizgisinde kurallı bir cümle olarak ele aldığımızda da yine yüklemde
özne temsilcisinin bulunmadığını görmekteyiz. “Ilgın benim.” biçiminde olması gerekse de,
anlam olarak ilk kez karşılaşılan birine, “Ilgın başkası değil; benim.” anlamına gelecek bu
cümleyi söylemek dilin tutarlılık ilkesiyle bağdaşamayacağından a seçeneğinde verilen
çözümlemenin doğru olması gerekmektedir.
Efrasiyap Gemalmaz, derslerinde bu konudaki düşüncelerini şöyle özetlemektedir:
“Türkçe oldukça sentetik bir dil olma görünümüne sahiptir. Yani söz dizimini bir kavram
işaret düzeni üzerine kurma eğilimindedir. Ancak hemen her paradigmanın bir öğesinin boş
öğe olması, ifadede taraflarca bilinen öğelerin eksiltilmesi ile sağlanan ekonomi, dil
öğelerinin kullanılma sıklığına bağlı aşınmasıyla sağlanan ikinci bir ekonomiyle
desteklendiğinde Türkçe izini sürmekte zorlandığımız analitik yapıları önümüze koymaktadır.
Bütün bu durumları dikkate almayan dilbilgisi kitapları sadece şekle dayanarak adlandırma
yaptıkları için bugün dilimizi betimleme ve açıklama konusunda içinden çıkılması güç bir
kargaşayı yaşamak zorunda kalıyoruz.”
Ayrıca Eski Türkçedeki “Tensi men” (Tensiyim) (Irık Bitig / I-ı), “Tengri men”
(tanrıyım, majesteyim) (Turfan Metinleri / 276) kullanımını çağrıştırsa da, “Ilgın ben.”
söyleminde ben zamirinin koşaç olarak kullanımı bugün için söz konusu değildir. Ulusların
dili zaman içinde biçimsel değişikliklere uğrayabilirler. Art zamanlı çalışmalarda dildeki
değişimlerin zengin örneklerini görmekteyiz. Değişmelerin kimi nedenli, kimi de nedensizdir.
Kemal Eraslan, “Belli bir sebebe dayanmayan değişmeler Türk dilinin gelişmesini ve Türk dili
lehçe ve şivelerini belirleyen hadiselerdir.” 5 sözleriyle dildeki değişimlerin ne denli önemli
olduğuna dikkat çekmektedir. Türk dilinin temel yapısında dikkati çeken bir durum, ses
olaylarının sıklığı ve sistemli bir biçimde gerçekleşmesidir. Burada bizi ilgilendirenlerden
biri; kısalma, ya da ek düşümü diyebileceğimiz dil olayıdır. “Kısalma hâdisesi, kök, gövde ve
ek halindeki bir gramer birliğinde, belli sebeplere bağlı olarak veya olmayarak, ses veya ses
gruplarının düşmesi, erimesi veya kaynaşması ile o gramer birliğinin kısalmaya uğraması
hâdisesidir. Kısalma hâdisesini ek yığılması hâdisesinin paraleli olarak görmek mümkündür.”
6 diyen Kemal Eraslan, çalışmasında kısalma olayının en çok eklerde gerçekleştiğini ileri
sürer. “Ilgın ben.” söylemindeki durumu, kısalma olarak değil, ancak ek düşümü olarak
açıklayabiliriz. Çünkü kısalma geçmişte gerçekleşmiş, kişi zamiri eke dönüşmüştür. Şimdi
kısalan ek, düşüme uğramıştır.
7
Tarihî lehçeleri ve günümüz lehçelerini dikkate aldığımızda Türkçenin ne zamanı ne
de kişiyi bir ekle göstermek zorunda olmadığı görülür. “Ben yarın git.”, “Sen şimdi iyi.”,
“Onlar iki saat sonra gel.”, “Biz sizi karşılamak gerek mi?” cümleleri uygun durum ve
bağlam içinde belki anlaşılır ifadeler oluşturur. Zamanın ve kişinin yüklem sonunda
işaretlenerek genel olarak tekrarlanması ve daha sonra bunlarla ilgili özel yapıların cümle
içinde gerektiğinde silinebileceklerinin kavranması, değişimin sonucudur. Ancak bugün
Türkiye Türkçesinde yüklem olmanın koşulları oturmuş ve kurallarla belirlenmiştir. Burada
olduğu gibi Türkçenin temel yapısal özelliklerinden birinin Eski Türkçedeki kullanıma
benziyor diye doğru sayılması mümkün olamaz. Dolaysıyla biçimsel olarak benzeşse de, bu
iki söylemi aynı kefeye koymak olası değildir. Bu da “Ilgın ben.” söyleminin kabul görmesi
düşünülmeyecek eksik bir yapı olduğunu göstermektedir. Üçüncü kişi dışında kalan birinci ve
ikinci teklik / çokluk kişilerin özne olduğu cümlelerde, yüklem mutlaka özne işaretini yüzey
yapıya çıkarmalıdır.
Konuşma dili, yazı diline göre daha ayrıcalıklıdır. Konuşurken sınama ve yanılma
hakkımız her zaman vardır. Ne ek, ne edat, ne ad, ne sıfat düşünürüz. Nelerin eksiltilendiğini,
nelerden niçin ekonomiye gidildiğini iyi hissetmek anlamak için yeterlidir. Yine de konuşma
dilinde de olsa, bu temel kurala uyulmadığı durumlarda, “Siz nerede, biz orada”, “Ne sen
söyle, ne ben” gibi yanlış kullanımlar, dilin kirlenmesine yol açtığı gibi örnekseme yoluyla
başka yanlışların da dile dolmasına neden olmaktadır. Doğrusu; “Siz neredeyseniz, biz
oradayız”, “Ne sen söyle, ne ben söyleyeyim” olan bu tür söylemleri yaygınlaştırarak
yanlışların önüne geçmezsek, dil yanlışları her geçen gün biraz daha artarak kullananları
huzursuz edecek boyutlara ulaşır. Gerek dili kullananlar, gerek öğretenler dilin yapısal
özelliklerini dil adını verdiğimiz sistemin içinde sistem anlayışıyla bağlantılı olarak işletmek
zorundadır. Bu tür bozuk yapıların kullanımda kendine yer edinmesinin temel nedenlerinden
biri yabancı dillerin etkisi olsa gerek. Özellikle dublajda yapılan çeviriler, televizyon
kanalıyla dile girmekte ve yine televizyonun tartışmasız kabul edilen gücüyle
yaygınlaşmaktadır. İngilizcede "I'm Ilgın" ya da “This is Ilgın" cümlelerinin çevirisi olarak
bize “Ilgın ben.” biçiminde yerleşen bu bozuk söylemden en kısa zamanda kurtulmak
zorundayız.
Locke, “İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme” adlı eserinde konunun önemini şöyle
vurgulamıştır: “Dilin kötü kullanımındaki bu uygunsuzluğun sıkıntısını insanlar kendi kişisel
düşüncelerinde yaşarlar, ama bunun çok daha açık seçik olan sonucu ise konuşma, söylem,
8
tartışma içindeki düzensizliklerdir. İnsanlar buluşlarını, muhakemelerine ve bilgilerini
birbirlerine koca bir kanal olan dil ile aktarırlar. Bunu kötü kullanan kimse, nesnelerin kendi
içinde olan bilgi pınarlarını bozmasa da gücünün el verdiği kadar, insanoğlunun yararına ve
genel kullanıma hizmet eden dağıtım ağının borularını tıkar ya da kırar.” 7 Biz de, iletişim
ağının tıkanmaması, kırılmaması adına ana dilimizin etkin ve yetkin bir biçimde
kullanılmasına özen göstermeliyiz.
1 Ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmet Özmen; Özne Üzerine Düşünceler, (V. Uluslar arası Türk Dili Kurultayında
sunulan bildiri)
2 Ahmet Cevat Emre, Türkçede Cümle: II. İsim Cümlesi, Belleten 1955 s. 23-58
3 Zeynep Korkmaz, Eski Anadolu Türkçesindeki –van / -ven, -vuz / -vüz Şahıs ve Bildirme Eklerinin Anadolu
Ağızlarındaki Kalıntıları, TDAY-Belleten 1964, s. 44
4 age. s. 46 vd.
5 Kemal Eraslan, Türkçede Kısalma Hâdisesi, Uluslar arası Türk Dili Kongresi 1992, s. 39
6 age. s. 39-40
7 John Locke, Essay Concerning Human Understanding, III. Kitap, 11. Bölüm, 5. Kısım
Türkçe Hakkında İlginç Notlar
* Türkiye’den yapılan radyo televizyon yayınları etkisiyle Azerbaycanlı gençler artık Farsça “evet” anlamına gelen “beli” yerine “evet” demeye başlamışlar. Vaktiyle biz “vazife” diyorduk, onlar da “vazife” diyorlardı. “Görev” kelimesi kullanım alanına girmemiş olsa bile en azından duydukları zaman yadırgamıyorlar. Türkiye’deki alelade insan da Azerbaycanlı bir konuşucuyu on yıl öncesine göre daha rahat anlayabiliyor. Hatta Türkmenistanlı, Özbekistanlı konukları da daha rahat anlayabiliyor.
* Birleşmiş Milletler ve dünya İstatistik kuruluşlarının verdiği verilere göre dünyada yaygın kullanılan dilleri kullanış alanı ve amacına göre üç kategoride sınıflayabiliriz:
1. Dünyada en çok nüfus tarafından ana dil olarak kullanılan diller,
2. Dünyada en geniş coğrafi alanda kullanılan diller,
3. Dünyada bilimsel ve teknoloji alanda ticaret, haberleşme ve bilgi alışverişinde yaygın kullanılan diller.
Birinci gruptaki diller açısından sıralama Çince, Hinduca, İngilizce, İspanyolca, Rusça, Arapça ve diğerleri;
İkinci kategoriye göre sıralama İngilizce, Çince, İspanyolca, Arapça, Türkçe, Hinduca;
Üçüncü kategoriye göre ise sıralamada başlıca Batı Avrupa Dilleri İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca ve Rusça yer almaktadır. Pasifik devletlerinden Japonya’nın hızla gelişen Çin’in dili de yakın bir gelecekte bu kategoride yer alacaktır.
* Yabancı dil öğretimi için eğitim-öğretim dilinin mutlaka yabancı dilde olmasının gerekmediğini çarpıcı bir örnekle sunmak istiyorum. Skale dergisi 1993 yılı 1. sayısında yayınlanan “Sayılarla Avrupa Topluluğu” yazısında verilen bilgiye göre Avrupa topluluğunda 20-24 yaş arası gençlerin % 83′ü en az bir yabancı dile hakim, bu daha yaşlılarda % 50 civarında. Belçika, Hollanda, İsviçre gibi ülkelerde oran çok daha yüksek. Buna karşın Avrupa’da bütün orta öğrenim ve üniversite öğretimi kendi ana dillerinde yapılıyor. Diğer bir örnek, nüfusu sadece 10 milyon olan Macaristan’da bütün okullar Macarca, tek bir üniversite 1991 sonrası İngilizce açıldı, ama öğrencileri yabancı. Macarca ülke dışında hiçbir ülkede kullanılmadığı halde her konuda bizden çok daha fazla Macarca kitap basıyorlar ve her Macar da bir yabancı dil biliyor. SCI ce taranan dergilerde yayınlanan makalelerin ülkelere göre sıralamasında ilk 20 sırada yer alan ülkelerden yalnız Hindistan yabancı dilde öğretim yapıyor. Yani her ülke kendi dilinde öğretim yaparak bilim üretebiliyor, diller bilim üretimine engel değil.
* Sırf İstanbul’da İngilizce, Fransızca, Almanca İtalyanca eğitim yapan orta dereceli okulların sayısı 150′nin üzerende. Bütün ülkede ise özel okulların sayısı 1995 yılı itibariyle 871′dir. Eğer önlem alınmaz ve sınırlamaya gidilmezse üniversitelerimiz de bu yola girer. Eğitim çağında 15 milyon nüfusun tamamını böyle özel okullara göndermemiz mümkün olmadığından (14.300.000. toplam öğrencinin sadece 200.000′i özel okullara gidebilmektedir.) talep de devamlı kamçılandığından maalesef en seçme başarılı öğrenciler “Robert Kolej, Galatasaray Lisesi” başta olmak üzere yabancı dilde eğitim yapan okullara gönderiliyor ya da bu okulları tercihe zorlanıyor. Yabancı dilde öğretim yapan üniversiteler için de aynı durum sözkonusu. Böyle olunca bütün bu üstün yetenekli çalışkan, seçme öğrencileri alan okullar hem yabancı dilde hem de diğer sosyal ve fen derslerinde daha başarılı oluyorlar. Bu sonuç da biraz önce değindiğimiz genel kanaati oluşturuyor. Yani malzeme kaliteli olduğu için ürün de kaliteli oluyor. Önemli olan bir öğretim kurumunun öğrenci alırken hangi yüzde diliminden öğrenci aldığına bakılarak bu öğrencileri hangi yüzde diliminden mezun ettikleridir. Mezunlar ilk yüzde diliminden daha başarılı yüzdeye yerleştirilebiliyorsa o kurum başarılıdır.
* Tarihçi Jean-Paul Roux, ”Türklerin Tarihi” adlı yapıtında ”Türklerle ilgili olarak kabul edilebilecek biricik tanım dilbilgisel olandır. … Türklerin dili çok büyük bir çekim gücüne sahip olduğundan ilişkide bulundukları birçok insan topluluğu tarafından benimsenmiştir.” diyor. Ünlü dilbilimciler, Türkçenin yetkinliğini ve kurallı oluş bakımından öteki dillerden üstünlüğünü övmüşlerdir.
* Max Müller, Türkçe hakkındaki görüşlerini şöyle açıklıyor: ”Türkçenin bir dilbilgisi kitabını okumak, bu dili öğrenmek niyetinde olanlar için bir zevktir.Türlü dilbilgisi kurallarının belirlenmesindeki ustalık, eylem çekimlerindeki düzenlilik, bütün dil yapısındaki saydamlık, kolayca anlaşılabilme niteliği, insan zekasının dil aracılığı ile beliren üstün gücünü kavrayabilenlerde hayranlık uyandırır…. Türk dilinde her şey saydamdır, apaçıktır.
* Jean Deny, ”Türk dili, seçkin bir bilginler kurulunun danışma ve tartışmaları sonucunda oluştuğu kanısını uyandırıyor. Fakat böyle bir kurul, Türkistan bozkırında kendi başına kalmış olarak ve kendi yasaları ya da kendi içgüdüleri itişiyle, insan beyninin yarattığı bu sonucu sağlayamazdı !” demektedir.
* XIII. yüzyılda Cengiz Hanın Moğol İmparatorluğu, yaklaşık olarak, tüm Türk Dünyasını egemenliği altında toplamıştır. Moğol İmparatorluğunun, devlet dili olarak Uygur Türkçesini ve Uygur yazısını kullanmıştır.
* Türk dilinin büyüleyici etkisi kendini göstererek, Türkçe, Anadoluda hızla yaygınlaşan halk dili olur. Moğol işbirlikçisi Anadolu Selçuklusu sultanlarının egemenliğine başkaldıran Türkmen beyi Karamanoğlu Mehmet Bey’in Konyayı ele geçirip Siyavuş’u Selçuklu sultanı yapması, Türk dili için mutlu bir olay olur: Karamanoğlu Mehmet Bey, 19 Mayıs 1277′de ünlü fermanını yayınlar: ”Bugünden sonra divanda, dergahta, mecliste ve meydanda Türkçeden gayrı dil konuşulmayacaktır! ”. Türkçenin bu bağımsızlık bildirgesiyle, Moğolların ilerlemesini durdurmuş olan ” külahlı, ayağı çarıklı ve kara kilimli Türkmenler”, Farsçayı benimsetmeye çalışan ”Rumi” adı takınmış Selçuklulara karşı bir dil yengisi kazanmışlardır.
* Yunus ,Mevlana’nın Mesnevisini okuduğunda çok uzun ve belki biraz da Farsça yazılmış olmasını beğenmeyerek, bu Mesnevinin yerine:
”Ete kemiğe büründüm
Yunus deyi göründüm.”
beytini önermesi, Türkçeyi sevenler için etkileyicidir. Yunus’un şiirleri yüz yılardan beri Türklerin belleğinde yaşamaktadır. Günümüzde Birleşmiş Milletler yapısının girişinde duvara yazılan :
Gelin kardeş olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Dünya kimseye kalmaz
dörtlüğü ile Yunus Emre güzel Türkçe ve insancıllık dersi vermektedir.
* Karacaoğlan, Dadaloğlu, Köroğlu, Kaygusuz Abdal ve daha nice Türk halk ozanları koşmalar, koçaklamalar söyleyerek Türk dilinin gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. Osmanlı şairlerinden daha özgün, daha kalıcı olmuşlardır. Örneğin en ünlü Osmanlı şairleri, Karacaoğlan’ın ”Çukurova bayramlığın giyerken / Çıplaklığın üzerinden soyarken / Şubat ayı kış yelini kovarken / Cennet demek sana yakışır dağlar” dörtlüsü ile başlayıp ”Karacaoğlan size bakar sevinir / Sevinirken kalbi yanar göğünür / Kımıldanır hep dertleri devinir / Yas ile sevinci yıkışır dağlar” dörtlüsü ile biten koşmasındaki özgün doğa betimlemesinin düzeyine ulaşamamışlardır . Bu koşmadaki anlatım akıcılığı ve sözcük zenginliği, Türkçenin gücünü ortaya koymaktadır.
* I. Abdülhamit’in tahta geçmesi sonrasında Anayasanın (Kanun-u Esasi) hazırlanmasında dil sorunu ortaya çıktı: Geniş Osmanlı topraklarından Meclise gelecek temsilciler hangi dil ile konuşacaktı? Batı, yüzyıllar önce tek bir ulusal dili egemen kılıp geliştirerek böyle bir sorunla karşılaşmamıştı. Uzun tartışmalardan sonra -azınlıkların tepkileri de yatıştırılarak- Anayasanın 18. Maddesine Osmanlı Devletinin resmi dilinin Türkçe olduğuna ve devlet hizmetlerine gireceklerin bu dili bilmesinin gerektiğine ilişkin hüküm konuldu. II.Abdülhamit’in Meclisi kapattıktan sonra uyguladığı ağır sansür, dili kapsamadığından, aydınların Türkçeyi geliştirme çabaları kesintiye uğramamıştır. II. Abdülhamit, sadrazamlığa atadığı Türkçe bilmeyen Çerkez Hayrettin Paşanın telkini ile devletin resmi dilinin Arapça olmasını istemiş ise de, Sait Paşa’nın ”Devlet dili Arapça olursa Türklük ortadan kalkar” diyerek karşı çıkması üzerine, bu isteğinden vazgeçmiştir.
* Osmanlı döneminde, tıp, mühendislik ve askerlik terimlerinin Batı dillerinden Osmanlıcaya çevrilmesi görüşü egemendi. Ancak terim türetmede Türkçe sözcüklerden değil de Arapça ve Farsça sözcüklerden yararlanılmakta idi. Bu “takıntıyla” kimi zaman gülünçlüklere düşülürdü.Örneğin Osmanlının İtalyadan satın aldığı topların üzerinde ”Balliemez” damgası bulunduğu için, bu toplar Türkler arasında ”Balyemez Topu” diye adlandırılmıştı. Ancak Osmanlının bilgiç okumuşları, bu toplara Türkçe bir ad konulduğunu sanarak, Türkçe sözcükleri aşağılık sayıp Türkçeyi bilimsel ürünleri adlandırmaya yakıştıramadıklarından, Türkçe ”Balyemez” sözcüğünü, yarısı Arapça yarısı Farsçaya çevirerek ”Asalnemihored” yapmıştı. ”Asal”, Arapça “bal”, ”Nemi-hored” ise Farsça “yemez” anlamına geliyordu
* Abece sorununu, Atatürk ”Bizim ahenkli zengin dilimiz Yeni Türk Harfleriyle kendini gösterecektir.” diyerek, 3 Kasım 1928 tarihinde Mecliste kabulünü sağladığı yasayla, Latin harflerine dayanan Türk abecesini dilimize kazandırmıştır.
* Hint-Avrupa ve Sami dillerine göre Türkçenin sözcük ve bu arada bilim terimleri türetmede önemli bir üstünlüğü vardır. Prof. Doğan Aksan‘ın ”Türkçenin Gücü” yapıtında açıklandığı üzere, Türkçemiz bu özelliği ile benzersiz üstünlüğe sahiptir. Bu yapıtta ‘’sür-” kökünden, yalnızca Türkiye Türkçesinde 100 kadar türetilmiş sözcük örneği verilmiştir.
* 1936 yılında Kahire’de toplanan Arap dil kurultayı, Türkçe kökenli 3600 kadar sözcüğü Arapça sözlükten çıkarmıştır. Çıkarılan bu sözcükler arasında ‘’sarık” sözcüğü de vardır.
* 12 Eylül Darbesi sonrası, dilde geriye dönüş zorlamalarına girilmiş, kimi öz Türkçe sözcüklerin kullanılması Yönetim Buyruğuyla yasaklanmıştır. Bu sözcükler arasında ”devrim” ve dönemin devlet başkanı Kenan Evren’in soyadı olan ”evren” sözcüğü bile bulunmakta idi…
* Birleşmiş Milletler ve dünya İstatistik kuruluşlarının verdiği verilere göre dünyada yaygın kullanılan dilleri kullanış alanı ve amacına göre üç kategoride sınıflayabiliriz:
1. Dünyada en çok nüfus tarafından ana dil olarak kullanılan diller,
2. Dünyada en geniş coğrafi alanda kullanılan diller,
3. Dünyada bilimsel ve teknoloji alanda ticaret, haberleşme ve bilgi alışverişinde yaygın kullanılan diller.
Birinci gruptaki diller açısından sıralama Çince, Hinduca, İngilizce, İspanyolca, Rusça, Arapça ve diğerleri;
İkinci kategoriye göre sıralama İngilizce, Çince, İspanyolca, Arapça, Türkçe, Hinduca;
Üçüncü kategoriye göre ise sıralamada başlıca Batı Avrupa Dilleri İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca ve Rusça yer almaktadır. Pasifik devletlerinden Japonya’nın hızla gelişen Çin’in dili de yakın bir gelecekte bu kategoride yer alacaktır.
* Yabancı dil öğretimi için eğitim-öğretim dilinin mutlaka yabancı dilde olmasının gerekmediğini çarpıcı bir örnekle sunmak istiyorum. Skale dergisi 1993 yılı 1. sayısında yayınlanan “Sayılarla Avrupa Topluluğu” yazısında verilen bilgiye göre Avrupa topluluğunda 20-24 yaş arası gençlerin % 83′ü en az bir yabancı dile hakim, bu daha yaşlılarda % 50 civarında. Belçika, Hollanda, İsviçre gibi ülkelerde oran çok daha yüksek. Buna karşın Avrupa’da bütün orta öğrenim ve üniversite öğretimi kendi ana dillerinde yapılıyor. Diğer bir örnek, nüfusu sadece 10 milyon olan Macaristan’da bütün okullar Macarca, tek bir üniversite 1991 sonrası İngilizce açıldı, ama öğrencileri yabancı. Macarca ülke dışında hiçbir ülkede kullanılmadığı halde her konuda bizden çok daha fazla Macarca kitap basıyorlar ve her Macar da bir yabancı dil biliyor. SCI ce taranan dergilerde yayınlanan makalelerin ülkelere göre sıralamasında ilk 20 sırada yer alan ülkelerden yalnız Hindistan yabancı dilde öğretim yapıyor. Yani her ülke kendi dilinde öğretim yaparak bilim üretebiliyor, diller bilim üretimine engel değil.
* Sırf İstanbul’da İngilizce, Fransızca, Almanca İtalyanca eğitim yapan orta dereceli okulların sayısı 150′nin üzerende. Bütün ülkede ise özel okulların sayısı 1995 yılı itibariyle 871′dir. Eğer önlem alınmaz ve sınırlamaya gidilmezse üniversitelerimiz de bu yola girer. Eğitim çağında 15 milyon nüfusun tamamını böyle özel okullara göndermemiz mümkün olmadığından (14.300.000. toplam öğrencinin sadece 200.000′i özel okullara gidebilmektedir.) talep de devamlı kamçılandığından maalesef en seçme başarılı öğrenciler “Robert Kolej, Galatasaray Lisesi” başta olmak üzere yabancı dilde eğitim yapan okullara gönderiliyor ya da bu okulları tercihe zorlanıyor. Yabancı dilde öğretim yapan üniversiteler için de aynı durum sözkonusu. Böyle olunca bütün bu üstün yetenekli çalışkan, seçme öğrencileri alan okullar hem yabancı dilde hem de diğer sosyal ve fen derslerinde daha başarılı oluyorlar. Bu sonuç da biraz önce değindiğimiz genel kanaati oluşturuyor. Yani malzeme kaliteli olduğu için ürün de kaliteli oluyor. Önemli olan bir öğretim kurumunun öğrenci alırken hangi yüzde diliminden öğrenci aldığına bakılarak bu öğrencileri hangi yüzde diliminden mezun ettikleridir. Mezunlar ilk yüzde diliminden daha başarılı yüzdeye yerleştirilebiliyorsa o kurum başarılıdır.
* Tarihçi Jean-Paul Roux, ”Türklerin Tarihi” adlı yapıtında ”Türklerle ilgili olarak kabul edilebilecek biricik tanım dilbilgisel olandır. … Türklerin dili çok büyük bir çekim gücüne sahip olduğundan ilişkide bulundukları birçok insan topluluğu tarafından benimsenmiştir.” diyor. Ünlü dilbilimciler, Türkçenin yetkinliğini ve kurallı oluş bakımından öteki dillerden üstünlüğünü övmüşlerdir.
* Max Müller, Türkçe hakkındaki görüşlerini şöyle açıklıyor: ”Türkçenin bir dilbilgisi kitabını okumak, bu dili öğrenmek niyetinde olanlar için bir zevktir.Türlü dilbilgisi kurallarının belirlenmesindeki ustalık, eylem çekimlerindeki düzenlilik, bütün dil yapısındaki saydamlık, kolayca anlaşılabilme niteliği, insan zekasının dil aracılığı ile beliren üstün gücünü kavrayabilenlerde hayranlık uyandırır…. Türk dilinde her şey saydamdır, apaçıktır.
* Jean Deny, ”Türk dili, seçkin bir bilginler kurulunun danışma ve tartışmaları sonucunda oluştuğu kanısını uyandırıyor. Fakat böyle bir kurul, Türkistan bozkırında kendi başına kalmış olarak ve kendi yasaları ya da kendi içgüdüleri itişiyle, insan beyninin yarattığı bu sonucu sağlayamazdı !” demektedir.
* XIII. yüzyılda Cengiz Hanın Moğol İmparatorluğu, yaklaşık olarak, tüm Türk Dünyasını egemenliği altında toplamıştır. Moğol İmparatorluğunun, devlet dili olarak Uygur Türkçesini ve Uygur yazısını kullanmıştır.
* Türk dilinin büyüleyici etkisi kendini göstererek, Türkçe, Anadoluda hızla yaygınlaşan halk dili olur. Moğol işbirlikçisi Anadolu Selçuklusu sultanlarının egemenliğine başkaldıran Türkmen beyi Karamanoğlu Mehmet Bey’in Konyayı ele geçirip Siyavuş’u Selçuklu sultanı yapması, Türk dili için mutlu bir olay olur: Karamanoğlu Mehmet Bey, 19 Mayıs 1277′de ünlü fermanını yayınlar: ”Bugünden sonra divanda, dergahta, mecliste ve meydanda Türkçeden gayrı dil konuşulmayacaktır! ”. Türkçenin bu bağımsızlık bildirgesiyle, Moğolların ilerlemesini durdurmuş olan ” külahlı, ayağı çarıklı ve kara kilimli Türkmenler”, Farsçayı benimsetmeye çalışan ”Rumi” adı takınmış Selçuklulara karşı bir dil yengisi kazanmışlardır.
* Yunus ,Mevlana’nın Mesnevisini okuduğunda çok uzun ve belki biraz da Farsça yazılmış olmasını beğenmeyerek, bu Mesnevinin yerine:
”Ete kemiğe büründüm
Yunus deyi göründüm.”
beytini önermesi, Türkçeyi sevenler için etkileyicidir. Yunus’un şiirleri yüz yılardan beri Türklerin belleğinde yaşamaktadır. Günümüzde Birleşmiş Milletler yapısının girişinde duvara yazılan :
Gelin kardeş olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Dünya kimseye kalmaz
dörtlüğü ile Yunus Emre güzel Türkçe ve insancıllık dersi vermektedir.
* Karacaoğlan, Dadaloğlu, Köroğlu, Kaygusuz Abdal ve daha nice Türk halk ozanları koşmalar, koçaklamalar söyleyerek Türk dilinin gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. Osmanlı şairlerinden daha özgün, daha kalıcı olmuşlardır. Örneğin en ünlü Osmanlı şairleri, Karacaoğlan’ın ”Çukurova bayramlığın giyerken / Çıplaklığın üzerinden soyarken / Şubat ayı kış yelini kovarken / Cennet demek sana yakışır dağlar” dörtlüsü ile başlayıp ”Karacaoğlan size bakar sevinir / Sevinirken kalbi yanar göğünür / Kımıldanır hep dertleri devinir / Yas ile sevinci yıkışır dağlar” dörtlüsü ile biten koşmasındaki özgün doğa betimlemesinin düzeyine ulaşamamışlardır . Bu koşmadaki anlatım akıcılığı ve sözcük zenginliği, Türkçenin gücünü ortaya koymaktadır.
* I. Abdülhamit’in tahta geçmesi sonrasında Anayasanın (Kanun-u Esasi) hazırlanmasında dil sorunu ortaya çıktı: Geniş Osmanlı topraklarından Meclise gelecek temsilciler hangi dil ile konuşacaktı? Batı, yüzyıllar önce tek bir ulusal dili egemen kılıp geliştirerek böyle bir sorunla karşılaşmamıştı. Uzun tartışmalardan sonra -azınlıkların tepkileri de yatıştırılarak- Anayasanın 18. Maddesine Osmanlı Devletinin resmi dilinin Türkçe olduğuna ve devlet hizmetlerine gireceklerin bu dili bilmesinin gerektiğine ilişkin hüküm konuldu. II.Abdülhamit’in Meclisi kapattıktan sonra uyguladığı ağır sansür, dili kapsamadığından, aydınların Türkçeyi geliştirme çabaları kesintiye uğramamıştır. II. Abdülhamit, sadrazamlığa atadığı Türkçe bilmeyen Çerkez Hayrettin Paşanın telkini ile devletin resmi dilinin Arapça olmasını istemiş ise de, Sait Paşa’nın ”Devlet dili Arapça olursa Türklük ortadan kalkar” diyerek karşı çıkması üzerine, bu isteğinden vazgeçmiştir.
* Osmanlı döneminde, tıp, mühendislik ve askerlik terimlerinin Batı dillerinden Osmanlıcaya çevrilmesi görüşü egemendi. Ancak terim türetmede Türkçe sözcüklerden değil de Arapça ve Farsça sözcüklerden yararlanılmakta idi. Bu “takıntıyla” kimi zaman gülünçlüklere düşülürdü.Örneğin Osmanlının İtalyadan satın aldığı topların üzerinde ”Balliemez” damgası bulunduğu için, bu toplar Türkler arasında ”Balyemez Topu” diye adlandırılmıştı. Ancak Osmanlının bilgiç okumuşları, bu toplara Türkçe bir ad konulduğunu sanarak, Türkçe sözcükleri aşağılık sayıp Türkçeyi bilimsel ürünleri adlandırmaya yakıştıramadıklarından, Türkçe ”Balyemez” sözcüğünü, yarısı Arapça yarısı Farsçaya çevirerek ”Asalnemihored” yapmıştı. ”Asal”, Arapça “bal”, ”Nemi-hored” ise Farsça “yemez” anlamına geliyordu
* Abece sorununu, Atatürk ”Bizim ahenkli zengin dilimiz Yeni Türk Harfleriyle kendini gösterecektir.” diyerek, 3 Kasım 1928 tarihinde Mecliste kabulünü sağladığı yasayla, Latin harflerine dayanan Türk abecesini dilimize kazandırmıştır.
* Hint-Avrupa ve Sami dillerine göre Türkçenin sözcük ve bu arada bilim terimleri türetmede önemli bir üstünlüğü vardır. Prof. Doğan Aksan‘ın ”Türkçenin Gücü” yapıtında açıklandığı üzere, Türkçemiz bu özelliği ile benzersiz üstünlüğe sahiptir. Bu yapıtta ‘’sür-” kökünden, yalnızca Türkiye Türkçesinde 100 kadar türetilmiş sözcük örneği verilmiştir.
* 1936 yılında Kahire’de toplanan Arap dil kurultayı, Türkçe kökenli 3600 kadar sözcüğü Arapça sözlükten çıkarmıştır. Çıkarılan bu sözcükler arasında ‘’sarık” sözcüğü de vardır.
* 12 Eylül Darbesi sonrası, dilde geriye dönüş zorlamalarına girilmiş, kimi öz Türkçe sözcüklerin kullanılması Yönetim Buyruğuyla yasaklanmıştır. Bu sözcükler arasında ”devrim” ve dönemin devlet başkanı Kenan Evren’in soyadı olan ”evren” sözcüğü bile bulunmakta idi…
ÖNEMLİ TÜRKOLOGLAR
Kaşgarlı Mahmut
Ord. Prof. Mehmet Fuat Köprülü
Ord. Prof. Reşit Rahmeti Arat
Ord. Prof. Zeki Velidi Togan
Prof. Dr. Muharrem Ergin
Prof Dr. Zeynep Korkmaz
Prof. Dr. Osman Nedim Tuna
Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun
Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya
Prof. Dr. Hasan Eren
Prof. Dr. Mehmet Kaplan
Prof. Dr. Doğan Aksan
Prof. Dr. Kazım Mirşan
Prof. Dr. Saim Sakaoğlu
Prof. Dr. Sadık Tural
Prof. Dr. Hasibe Mazıoğlu
Prof. Dr. Efrasiyap Gemalmaz
Prof. Dr. Nevzat Gözaydın
Prof. Dr. Tuncer Gülensoy
Prof. Dr. Ahmet Buran
Prof. Dr. Hamza Zülfikar
Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu
Necip Asım
Besim Atalay
Tahsin Banguoğlu
Wilhelm Radloff
Hüseyin Namık Orkun
Hüseyin Nihal Atsız
Ziya Gökalp
Ord. Prof. Mehmet Fuat Köprülü
Ord. Prof. Reşit Rahmeti Arat
Ord. Prof. Zeki Velidi Togan
Prof. Dr. Muharrem Ergin
Prof Dr. Zeynep Korkmaz
Prof. Dr. Osman Nedim Tuna
Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun
Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya
Prof. Dr. Hasan Eren
Prof. Dr. Mehmet Kaplan
Prof. Dr. Doğan Aksan
Prof. Dr. Kazım Mirşan
Prof. Dr. Saim Sakaoğlu
Prof. Dr. Sadık Tural
Prof. Dr. Hasibe Mazıoğlu
Prof. Dr. Efrasiyap Gemalmaz
Prof. Dr. Nevzat Gözaydın
Prof. Dr. Tuncer Gülensoy
Prof. Dr. Ahmet Buran
Prof. Dr. Hamza Zülfikar
Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu
Necip Asım
Besim Atalay
Tahsin Banguoğlu
Wilhelm Radloff
Hüseyin Namık Orkun
Hüseyin Nihal Atsız
Ziya Gökalp
Göktürk Alfabesi
Türklerin siyasal varlık olarak tarih sahnesine çıkmaları, Milattan önceki yüzyıllara, Hiung-nu`lar dönemine kadar geriye gitmektedir. Hunlar döneminde yazının kullanıldığına ilişkin bazı kayıtlar olmakla birlikte, bu yazının niteliği hakkında açık bilgilere sahip değiliz. Bu yüzden Türklerin kullandıkları kesin olarak bilinen ilk alfabe Göktürkler döneminde yaygınlık kazanan Göktürk alfabesidir. Son yıllarda Issık-Göl yakınındaki bir kurganda bulunan iki satırdan oluşan yazı, Göktürk alfabesi karaterinde olup, M.Ö. V.-IV. yüzyıllara tarihlenmektedir. Bu yüzden de Göktürklere bağlanan ilk Türk yazısının Göktürk Kağanlığı`nın kuruluşundan yüzyıllarca önce bulunduğunu kabul etmek gerekmektedir.
İlk Türk alfabesinden günümüze kalan en büyük kalınıtılar Göktürkler döneminde dikilen yazıtlarda karşımıza çıkmaktadır. Çözülüp değerlendirilmeleri ancak XIX. yüzyıl sonunda mümkün olmuştur. Bunlardan ilk bulunanları Yenisey Irmağı boyundaki yazıtlar olmuştu. 1889′da da Orhon yazıtları diye anılan iki büyük yazıt daha ortaya çıkarılmıştı. Öteki yazıtlardan farklı olarak bunların arka yüzlerinde Çince metinler de vardı. Yani Ankara`daki Augustus Tapınağı`nda olduğu gibi iki ayrı dilde yazılmışlardı. Danimarkalı Türkolog Wilhelm Thomsen, 1893`te bu yazıtları çözmüş, böylece bunların Kültigin ve Bilge Kağan tarafından diktirildikleri, yazının Türklere özgü bir alfabe, dilin de eski Türkçe olduğu meydana çıkarılmıştı.
Anıtların öneminden ötürü Orhon alfabesi diye de anılan Göktürk alfabesinin kökenine gelince, bu konuda çok farklı görüş ve iddialar bulunmaktadır. Bu alfabede kullanılan işaretler, Runik diye adlandırılan eski Iskandinav yazısındaki işaretlere benzediğı için Runik karakterli sayılmış ve o alfabeyle ilişkilli olabileceği öne sürülmüştür.Yazıyı çözen Thomsen, bu Türk alfabesinin Arani alfabesinden türemiş olabilece görüşünü savunmuştu. Buna karsın Aristov gibi Rus bilginleri, bu yazıdaki işaretlerin eski Türk damgalarından alınmış olabileceğine dikkatleri çekmiştir. A. Cevat Emre ise, Göktürk yazısının Sümer yazısı ile aynı kökten gediğini varsaymıştır. Bütün bu değişik, hatta çelişik savlar arasinda söylenebilecek şey, bilim çevrelerinde en çok Thomsen’ın görüşünün tutunduğudur.
Göktürkler çağında yaygınlaşan bu ilk Türk alfabesi, yazıtlar dışında yazma eserlerde de kullanılmıştır. Doğu Türkistan Yazmaları diye adlandırılan eserler bunu kanıtlamaktadır. Bu alfabenin Göktürkler`den sonra gelen Uygurlar döneminde de bir süre kullanıldığı görülmektedir. 759-760 yıllarında dikilen Şine-Usu yazıtı ile son yıllarda bulunan Taryat Yazıtı bunu göstermektedir. Bunun dışında Göktürk alfabesi, bazı değişikliklerle Bulgarlar,Hazarlar, Peçenekler ve Sekeller tarafından da kullanılmış ve böylece Orta Asya`dan Avrupa içlerine kadar yayılmıştır.
27 Mayıs 2008 Salı
Ticarette de Türkçe Kampanyası
Basın, yayın kuruluşlarının, eğitim kurumlarının, özel sektörün, kamu sektörünün, dernek ve vakıfların, meslek odalarının, belediyelerin ve Türkçeyi seven herkesin Türkçeye sahip çıkacağını biliyoruz.
Ürünlere verilen yabancı isim, o yabancı ülke ve dilin bedavadan reklamını yapar. Dünyada nitelikli Türk ürünlerinin bulunduğu düşüncesinin oluşmasını ve Türk markalarının dünyaya açılmasını engeller. Dünyada tanınan her Türkçe isimli ürün yeni bir Türk ürününe öncülük eder ve tanınmasına yardımcı olur.
Üstelik, siz yabancı bir isimle ürününüzü pazarladığınızda yabancı ülkelerdeki rakiplerinize dolaylı da olsa yardım etmiş olursunuz.
Oysa, Türkçe ile dünyaya açılan şirketler, diğer Türk şirketlerine de dolaylı olarak yarar sağlar, Türk ekonomisinin gelişmesine katkıda bulunur.
Dünyada bir küreselleşme eğilimi olmasına karşın Batı ülkeleri her zaman dil konusunda son derece tutucu davranmakta ve Küreselleşme yolunda ilerlerken kendi dilleri ile ilgili yasaları çıkartmakta da geri kalmazlar. Söz konusu bu ülkelerin ürünlerine yabancı isimler verilmez. Bu ülkelerin tabelalarında yabancı sözcükleri bulamazsınız. Batı ülkeleri ve vatandaşları kendi dillerine büyük özen gösterirler.
Türkiyede ise son yıllarda büyük bir hızla, Türk olmalarına ve üstelik kanunları ve yasaları çiğnemek pahasına, yabancı ad kullanan işyerlerinin sayısı artıyor.
Yabancı adla ürün pazarlayan ve kullanan şirketler, haksız rekabet etmiş oluyor, ayrıca tüketicilerde yanlış kanılar uyandırarak toplumu bir bakıma yanıltıyorlar.
Türkiye ticarette de dünyada saygın bir yer edinmek istiyorsa öncelikle ürünlerini isimlendirirken Türkçeden yararlanmalı ve onları diğer ülkelere tanıtarak öz güvenini artırmalıdır.
Dünya ekonomisinde yer edinmenin tek yolu budur.
Ürünlere verilen yabancı isim, o yabancı ülke ve dilin bedavadan reklamını yapar. Dünyada nitelikli Türk ürünlerinin bulunduğu düşüncesinin oluşmasını ve Türk markalarının dünyaya açılmasını engeller. Dünyada tanınan her Türkçe isimli ürün yeni bir Türk ürününe öncülük eder ve tanınmasına yardımcı olur.
Üstelik, siz yabancı bir isimle ürününüzü pazarladığınızda yabancı ülkelerdeki rakiplerinize dolaylı da olsa yardım etmiş olursunuz.
Oysa, Türkçe ile dünyaya açılan şirketler, diğer Türk şirketlerine de dolaylı olarak yarar sağlar, Türk ekonomisinin gelişmesine katkıda bulunur.
Dünyada bir küreselleşme eğilimi olmasına karşın Batı ülkeleri her zaman dil konusunda son derece tutucu davranmakta ve Küreselleşme yolunda ilerlerken kendi dilleri ile ilgili yasaları çıkartmakta da geri kalmazlar. Söz konusu bu ülkelerin ürünlerine yabancı isimler verilmez. Bu ülkelerin tabelalarında yabancı sözcükleri bulamazsınız. Batı ülkeleri ve vatandaşları kendi dillerine büyük özen gösterirler.
Türkiyede ise son yıllarda büyük bir hızla, Türk olmalarına ve üstelik kanunları ve yasaları çiğnemek pahasına, yabancı ad kullanan işyerlerinin sayısı artıyor.
Yabancı adla ürün pazarlayan ve kullanan şirketler, haksız rekabet etmiş oluyor, ayrıca tüketicilerde yanlış kanılar uyandırarak toplumu bir bakıma yanıltıyorlar.
Türkiye ticarette de dünyada saygın bir yer edinmek istiyorsa öncelikle ürünlerini isimlendirirken Türkçeden yararlanmalı ve onları diğer ülkelere tanıtarak öz güvenini artırmalıdır.
Dünya ekonomisinde yer edinmenin tek yolu budur.
TÜRKÇENİN SIRLARI
Şu fani dünya saâdetleri içinde hiçbir şey, aziz Türk çocuklarına Türk dilini öğretmek kadar güzel hizmet değildir.
Vatan çocuklarına bir milletin yarattığı ve yaşattığı dili, bütün güzellikleri, incelikleri, yücelikleri ve güzel sesleriyle öğretmek...
Onları, böyle bir dilin sihirli ifadelerine yükselterek; her an, daha çok duyan, düşünen, anlayan ve yaratan insanlar olarak yetiştirmek...
Dilin, böylesine tılsımlı vasıta olduğunu bilmek ve bütün bunları, bilerek, severek yapmak...
Burada cesaretle söyleyebilirim ki yeryüzünde nice insan, böyle büyük bir sanatın, böyle şerefli bir hizmetin vazifelisi olduğunu düşünmemiştir. Çünkü bilindiği ve zannedildiği gibi, bu güzel hizmet, yalnız dil ve edebiyat hocalarının vazifesi değildir. Muallimler, hangi dersin hocası olurlarsa olsunlar, Türk çocuklarına her şeyden çok Türkçe’yi öğretecek, onlara, anadillerinin ses ve söz güzelliklerinden, ifade ve mana zenginliklerinden güfteler ve besteler vereceklerdir. Öğretmen değil de anne ve baba iseniz, abla ve ağabey iseniz, bu sizin daha sevgili vazifenizdir. Yavrularınıza, sözlerini halk dehasının yarattığı ve bestesi yine halk sanatından yükselen ninniler söylemekten başlayarak, öğreteceğiniz en güzel şey, Türkçe’dir.
Aradaki fark, bunu bilmekte ve bunu Türkçe’nin bütün incelik ve güzelliklerini benimseyerek, zevkle ve ülkü ile yapmaktadır.
Çünkü diller, milletlerin en aziz, en tılsımlı, en kıymetli servetleridir. Çünkü dillerin bir ses güzelliği ile dalgalanıp bir duyurma, anlatma ve inandırma gücün ulaşmaları, kısa zamanda olmamıştır.
Çünkü yeryüzünde diller kadar millet fertlerini birbirlerine bağlayan, onlara birbirlerini sevip anlamakta, hele sevgilerini dile getirmekte aziz yardımcı olan başka kuvvet mevcut değildir.
Bir tarih boyunca ordu ordu insanları, savaş meydanlarından geçirerek, zafere, gazi veya şehit olmaya koşturan cihangirler, büyük başarılarını, birçok da, savaşçılara duyurabildikleri hitabet dilinin büyüleyici güzelliğiyle kazandılar.
Bizim tarihimizde: Bu denizler, bu ırmaklar bize yetmez! Daha deniz, daha ırmak istiyoruz! Yurdumuzu öylesine büyültelim ki gök kubbesi ona çadır, güneş de bayrak olsun! diyen Oğuz Han; yine böyle bir hitabeyle, kendisine isyan etmiş bir orduya Çaldıran gibi zafer kazandıran Yavuz Sultan Selim ve daha nice cihangirler, tarihi zaferlerini, birçok da, kütlelere söz söyleyişlerindeki inandırıcı lisana borçludurlar.
Mermere can veren heykeltıraş gibi, kelimelere ses ve hayat veren söz sanatkarının da bu başarısı, söze musikinin duyurucu kudretini katabildiği ölçüde derin ve ölümsüzdür. Bu bakımdan, büyük ses şairi Baki’nin:
Avâzeyi bu âleme Davud gibi sal
Baki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş
mısralarında, yalnız şiir anlayışı bakımından değil, dil anlayışı bakımından da varılmış derin hakikat vardır.
Çünkü, tekrar edelim ki:
Dillerin bir musiki kudreti kazanması, kelimelerin birer nağme güzelliği alması, kısa zamanda olmamıştır.
Denilebilir ki dil ve edebiyat sanatı, bu güzel neticeye varmak için, sanat ve edebiyat tarihinin daha ilk anlarından başlayarak; sözü sesle birleştirmeğe çalışmıştır.
Bunun en açık delili, sözün en güzel sesli ifadesi olan şiir sanatının, başlangıçta musiki sanatından ayrı olmayışıdır: Bilindiği gibi, ilk şiirler, asırlarca, hatta çağlarca, musiki aletlerinden çıkan seslerle birlikte söylenmiştir.
Bir misal olarak, eski Yunanlılar, söze bir duyuruculuk vermek için, şiiri, lyre isimli sazla söylüyorlardı.
Eski İranlı’lar, bunun için, rûd, çenk, rebâb gibi sazlar kullanıyorlardı. İbrani şiiri, Davud Peygamber’in de kullandığı mizmâr isimli bir sazla söyleniyordu. Davud’un ilahilerine Mezâmir denilmesi, bu dini şiirlerin mizmar’la birlikte söylenmesindendi.
Eski Türkler, şiiri, kopuzla söylüyorlardı. Saz, eski Türk şiirinin, ayrılık kabul etmez arkadaşıydı. Türkler, onsuz şiir söylemez; yalnız söz sanatında değil, yapacakları hareketlerin de pek çoğunda onun yardımını ararlardı.
Bütün bunlar, dillerin daha ilk devirlerinde söz’ e musiki katmak ihtiyacındandır. Dillerde kelimeler, uzun asırlar içinde, işte bu musikili çalışmalar sonunda nağmeleşmiştir.
Düşünmelidir ki, söz’ün ses’e bu ölçüde ihtiyacı olduğunu, daha ilk insanlar, bizim kendilerine iptidai dediğimiz insanlar anlamıştır.
Asırların, bazen çağların emeğiyle, böylesine güzel ses ve güzel mana kazanmış kelimelerin, neden, şu veya bu hoyratlıklar içinde ziyan edilmemesi lâzım geldiğinin (anlayanlar için) en büyük delili budur
Nihat Sami BANARLI
Vatan çocuklarına bir milletin yarattığı ve yaşattığı dili, bütün güzellikleri, incelikleri, yücelikleri ve güzel sesleriyle öğretmek...
Onları, böyle bir dilin sihirli ifadelerine yükselterek; her an, daha çok duyan, düşünen, anlayan ve yaratan insanlar olarak yetiştirmek...
Dilin, böylesine tılsımlı vasıta olduğunu bilmek ve bütün bunları, bilerek, severek yapmak...
Burada cesaretle söyleyebilirim ki yeryüzünde nice insan, böyle büyük bir sanatın, böyle şerefli bir hizmetin vazifelisi olduğunu düşünmemiştir. Çünkü bilindiği ve zannedildiği gibi, bu güzel hizmet, yalnız dil ve edebiyat hocalarının vazifesi değildir. Muallimler, hangi dersin hocası olurlarsa olsunlar, Türk çocuklarına her şeyden çok Türkçe’yi öğretecek, onlara, anadillerinin ses ve söz güzelliklerinden, ifade ve mana zenginliklerinden güfteler ve besteler vereceklerdir. Öğretmen değil de anne ve baba iseniz, abla ve ağabey iseniz, bu sizin daha sevgili vazifenizdir. Yavrularınıza, sözlerini halk dehasının yarattığı ve bestesi yine halk sanatından yükselen ninniler söylemekten başlayarak, öğreteceğiniz en güzel şey, Türkçe’dir.
Aradaki fark, bunu bilmekte ve bunu Türkçe’nin bütün incelik ve güzelliklerini benimseyerek, zevkle ve ülkü ile yapmaktadır.
Çünkü diller, milletlerin en aziz, en tılsımlı, en kıymetli servetleridir. Çünkü dillerin bir ses güzelliği ile dalgalanıp bir duyurma, anlatma ve inandırma gücün ulaşmaları, kısa zamanda olmamıştır.
Çünkü yeryüzünde diller kadar millet fertlerini birbirlerine bağlayan, onlara birbirlerini sevip anlamakta, hele sevgilerini dile getirmekte aziz yardımcı olan başka kuvvet mevcut değildir.
Bir tarih boyunca ordu ordu insanları, savaş meydanlarından geçirerek, zafere, gazi veya şehit olmaya koşturan cihangirler, büyük başarılarını, birçok da, savaşçılara duyurabildikleri hitabet dilinin büyüleyici güzelliğiyle kazandılar.
Bizim tarihimizde: Bu denizler, bu ırmaklar bize yetmez! Daha deniz, daha ırmak istiyoruz! Yurdumuzu öylesine büyültelim ki gök kubbesi ona çadır, güneş de bayrak olsun! diyen Oğuz Han; yine böyle bir hitabeyle, kendisine isyan etmiş bir orduya Çaldıran gibi zafer kazandıran Yavuz Sultan Selim ve daha nice cihangirler, tarihi zaferlerini, birçok da, kütlelere söz söyleyişlerindeki inandırıcı lisana borçludurlar.
Mermere can veren heykeltıraş gibi, kelimelere ses ve hayat veren söz sanatkarının da bu başarısı, söze musikinin duyurucu kudretini katabildiği ölçüde derin ve ölümsüzdür. Bu bakımdan, büyük ses şairi Baki’nin:
Avâzeyi bu âleme Davud gibi sal
Baki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş
mısralarında, yalnız şiir anlayışı bakımından değil, dil anlayışı bakımından da varılmış derin hakikat vardır.
Çünkü, tekrar edelim ki:
Dillerin bir musiki kudreti kazanması, kelimelerin birer nağme güzelliği alması, kısa zamanda olmamıştır.
Denilebilir ki dil ve edebiyat sanatı, bu güzel neticeye varmak için, sanat ve edebiyat tarihinin daha ilk anlarından başlayarak; sözü sesle birleştirmeğe çalışmıştır.
Bunun en açık delili, sözün en güzel sesli ifadesi olan şiir sanatının, başlangıçta musiki sanatından ayrı olmayışıdır: Bilindiği gibi, ilk şiirler, asırlarca, hatta çağlarca, musiki aletlerinden çıkan seslerle birlikte söylenmiştir.
Bir misal olarak, eski Yunanlılar, söze bir duyuruculuk vermek için, şiiri, lyre isimli sazla söylüyorlardı.
Eski İranlı’lar, bunun için, rûd, çenk, rebâb gibi sazlar kullanıyorlardı. İbrani şiiri, Davud Peygamber’in de kullandığı mizmâr isimli bir sazla söyleniyordu. Davud’un ilahilerine Mezâmir denilmesi, bu dini şiirlerin mizmar’la birlikte söylenmesindendi.
Eski Türkler, şiiri, kopuzla söylüyorlardı. Saz, eski Türk şiirinin, ayrılık kabul etmez arkadaşıydı. Türkler, onsuz şiir söylemez; yalnız söz sanatında değil, yapacakları hareketlerin de pek çoğunda onun yardımını ararlardı.
Bütün bunlar, dillerin daha ilk devirlerinde söz’ e musiki katmak ihtiyacındandır. Dillerde kelimeler, uzun asırlar içinde, işte bu musikili çalışmalar sonunda nağmeleşmiştir.
Düşünmelidir ki, söz’ün ses’e bu ölçüde ihtiyacı olduğunu, daha ilk insanlar, bizim kendilerine iptidai dediğimiz insanlar anlamıştır.
Asırların, bazen çağların emeğiyle, böylesine güzel ses ve güzel mana kazanmış kelimelerin, neden, şu veya bu hoyratlıklar içinde ziyan edilmemesi lâzım geldiğinin (anlayanlar için) en büyük delili budur
Nihat Sami BANARLI
VI. Uluslararası Türk Dili Kurultayı
VI. Uluslararası Türk Dili Kurultayı 20-25 Ekim 2008 tarihleri arasında Ankara'da toplanacaktır. Kurultay'a başvuru süresi sona ermiştir.
1. Bildiri özeti kabul edilenlere ikinci duyurum 16 Mayıs 2008 günü gönderilecektir. Bildirinin tam metninin çıktısı ve yoğun diske (YD=CD) kayıtlı kopyası en geç 31 Temmuz 2008 tarihinde Kurumumuzda olacak şekilde gönderilmelidir. Metinlerde kullanılan özel yazı karakterleri de yoğun diskte yer almalıdır.
2. Bildirilerin tam metinleri Kurultay Danışma Kurulu tarafından değerlendirilecektir. Kurul değerlendirmesine girmeyen bildiriler daha sonra kesinlikle programda yer almayacaktır.
3. Kurultay Danışma Kurulu tarafından bildirisi kabul edilenlere üçüncü duyurum 1 Eylül 2008 tarihinden itibaren gönderilmeye başlanacaktır.
4. Kurultay'a yurt içinden ve yurt dışından katılacak bilim adamlarının sadece konaklama ve yiyecek giderleri Türk Dil Kurumu tarafından karşılanacaktır.
5. Bütün yazışmalar: VI. ULUSLARARASI TÜRK DİLİ KURULTAYI, TÜRK DİL KURUMU, Atatürk Bulvarı 217, Kavaklıdere / ANKARA adresiyle yapılacaktır.
Bilgilerinize sunar, dilimize ve Kurumumuza gösterdiğiniz ilgi için teşekkür ederiz.
Türk Dil Kurumu
1. Bildiri özeti kabul edilenlere ikinci duyurum 16 Mayıs 2008 günü gönderilecektir. Bildirinin tam metninin çıktısı ve yoğun diske (YD=CD) kayıtlı kopyası en geç 31 Temmuz 2008 tarihinde Kurumumuzda olacak şekilde gönderilmelidir. Metinlerde kullanılan özel yazı karakterleri de yoğun diskte yer almalıdır.
2. Bildirilerin tam metinleri Kurultay Danışma Kurulu tarafından değerlendirilecektir. Kurul değerlendirmesine girmeyen bildiriler daha sonra kesinlikle programda yer almayacaktır.
3. Kurultay Danışma Kurulu tarafından bildirisi kabul edilenlere üçüncü duyurum 1 Eylül 2008 tarihinden itibaren gönderilmeye başlanacaktır.
4. Kurultay'a yurt içinden ve yurt dışından katılacak bilim adamlarının sadece konaklama ve yiyecek giderleri Türk Dil Kurumu tarafından karşılanacaktır.
5. Bütün yazışmalar: VI. ULUSLARARASI TÜRK DİLİ KURULTAYI, TÜRK DİL KURUMU, Atatürk Bulvarı 217, Kavaklıdere / ANKARA adresiyle yapılacaktır.
Bilgilerinize sunar, dilimize ve Kurumumuza gösterdiğiniz ilgi için teşekkür ederiz.
Türk Dil Kurumu
'Türkçe yabancı dillerin hakimiyetine girmiş'
Türkiye'de 'Beş Katlı Binanın Altıncı Katı' adlı romanıyla tanınan Azeri yazar Anar Resuloğlu, son yıllarda Türkçe'deki yabancı sözcük sayısının artmasını eleştirdi.
Türkler ve Azeriler'in özde aynı dili konuşmasına rağmen artık birbirini anlamadığını belirten Resuloğlu, şöyle konuştu:
'Biz 100 yıl Çarlık Rusyası'nın sömürgesi olduk, sonra da Sovyetler çatısında 70 yıl kaldık, ama Rus dilinden en fazla 10-12 kelime aldık. Çünkü Azerbaycan edebiyatı Rus etkisine karşı direndi, dilimizi savunduk. Ancak Türkiye Türkçesi'ne baktığımda, ne kadar çok Fransızca ve İngilizce sözcük var. Bu sözcükler de bizi birbirimizden ayırıyor' dedi.
Resuloğlu, aynı sorunun bağımsızlığın ardından Azerbaycan'a da yayılmaya başladığını kaydetti.
Türkler ve Azeriler'in özde aynı dili konuşmasına rağmen artık birbirini anlamadığını belirten Resuloğlu, şöyle konuştu:
'Biz 100 yıl Çarlık Rusyası'nın sömürgesi olduk, sonra da Sovyetler çatısında 70 yıl kaldık, ama Rus dilinden en fazla 10-12 kelime aldık. Çünkü Azerbaycan edebiyatı Rus etkisine karşı direndi, dilimizi savunduk. Ancak Türkiye Türkçesi'ne baktığımda, ne kadar çok Fransızca ve İngilizce sözcük var. Bu sözcükler de bizi birbirimizden ayırıyor' dedi.
Resuloğlu, aynı sorunun bağımsızlığın ardından Azerbaycan'a da yayılmaya başladığını kaydetti.
Liderler Türkçeden Sınıfta Kaldı
Emekli dilbilimci ve MHP eski milletvekili Müjdat Kayayerli, liderlerin konuşmalarını analiz etti. Altı ay boyunca 3 bin 688 konuşmayı inceleyen ve birbirleriyle karşılaştıran Kayayerli'nin çalışması ortaya ilginç sonuçlar çıkardı. Konuşmalardaki hataları da belirleyen Müjdat Kayayerli, şu sonuca vardı: 'Liderler, basın aracılığıyla birbirleriyle karşılıklı konuşuyor gibiler. Konuşmalarında büyük dil bilimi hataları var. Hepsinin mutlaka dil bilimci birer danışman tutması lazım. Çok uzun konuşmaktan kaçınmalılar. Metne dayalı konuşmalılar. Özellikle üretici fikirlerin yer aldığı metinler oluşturulmalı.' Müjdat Kayayerli, elde ettiği sonuçları Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi Bölümü tarafından düzenlenen uluslararası 5'inci Dil, Yazın, Deyişbilim Sempozyumu'na bildiri olarak sundu. Kayayerli'nin hatalarını görmeleri için liderlere de göndereceği metinde şöyle denildi
BAŞBAKAN TAYYİP ERDOĞAN-Yabancı kelimeleri çok fazla kullanıyor
Konuşmalarında çok sayıda yabancı sözcük kullanıyor. 'Kronik gerilim, rant dağıtım aracı, siyasi perspektif, siyaset pratikleri, parti misyonu, dinamizm, marjinal vehim, statükocu, mekik diplomasisi, marjinal partiler' bunlardan bazıları. Bu sözcüklerle siyaset terminolojisine hakim olduğunu göstermek istemekte olup, yabancı dil bilmemesini de belki bu şekilde gidermektedir.
Erdoğan'ın kullandığı sıfatlara bakarak görüş ve düşüncelerini öğrenmek mümkün değildir.
Kirli kan: 1. anlamı pis kan, 2. anlamı 12 Eylül öncesi anarşi, 3. anlamı terörizm, 4. anlamı *** olabilir.
Halkı hor görenler: Kim, kimler? Bürokratlar mı, askerler mi, siyasetçiler mi, kim belli değil.
Ah almak: Kim, siyasi partiler mi?, Yüksek bürokratlar mı, başörtüsüne karşı çıkanlar mı?, Rektör mü?
Gençlerin: Başörtülü kızlar kastedilmesine rağmen, 'gençlerin' gibi kapalı sözcük kullanılmıştır. Kız ve erkek olduğu da belli olmadığından kapalı ifade ile ajitasyon yapılmakta.
Erdoğan, 'bıkmıştır, usanmıştır, görmeyecektir, gelmiştir, halkındır, milletindir' gibi filler ve zaman kullanarak 'kesin, kararlı sözcükleri' gündeme getirmektedir. Bunlar, kendinden emin kişilerin kullandığı sözcüklerdir.
CHP LİDERİ DENİZ BAYKAL - Dolaylı anlatımı seviyor
Konuşmalarını, önceden hazırlanarak ve notlarına bakarak yapar. Konuşması, 'doğal görünüm' arz ediyor. Sözcüklere, kendine özgü anlamlar yükler. Zengin seçenekli sözcükler kullanarak konuları açıklar. Halk dilindeki atasözlerinden ve deyimlerden yararlanır. Dolaylı anlatım ifade eden cümleleri vardır. Hitap ederken resmidir. Bitişte, 'Hepinize teşekkür ediyorum, başarılar diliyorum, saygılar sunuyorum' gibi kalıplaşmış nezaket ifadelerini kullanır.
MHP LİDERİ DEVLET BAHÇELİ - Ümitli olmayı vaat ediyor
Çoğu konuşmasında partisini milleti 'kendi özüne, kendi yol arkadaşına' benzeterek iktidar olmak için taraftar toplamak gayretindedir. 'Kıymetli dava arkadaşlarım, aziz Türk milleti' gibi hitaplarla konuşmasına devam eder. Bahçeli, 'onurlu duruş, milli menfaat, terörle mücadele, teslimiyetçiliğe hayır' gibi özlü sözcüklerle konuşmasını pekiştirmektedir. Bahçeli, seçmenlere ümitli olmayı vaat ederken, kararlı ifadeler kullanmaktadır.
DYP LİDERİ MEHMET AĞAR - Argo kelimeler kullanıyor
Diğer liderlere göre hitapları, 'Milletin evlatları, bu vatanın has çocukları, Kırat'ın eşsiz süvarileri' gibi ifadelerle farklılık gösterir. Konuşmaları nda, 'Allah'ına kadar Adana' gibi. Bitiş cümleleri ise 'Allah'a emanet olun. Allah razı olsun' gibi yerel ifadeleri kullanıyor. Argo kelimelere de konuşmalarında yer veriyor. Konuşmaları kısa ve anlaşılır cümlelerden oluşuyor. Anlatımı, halkın kolay anlayacağı şekilde basit ifadelerle yapabiliyor.
BAŞBAKAN TAYYİP ERDOĞAN-Yabancı kelimeleri çok fazla kullanıyor
Konuşmalarında çok sayıda yabancı sözcük kullanıyor. 'Kronik gerilim, rant dağıtım aracı, siyasi perspektif, siyaset pratikleri, parti misyonu, dinamizm, marjinal vehim, statükocu, mekik diplomasisi, marjinal partiler' bunlardan bazıları. Bu sözcüklerle siyaset terminolojisine hakim olduğunu göstermek istemekte olup, yabancı dil bilmemesini de belki bu şekilde gidermektedir.
Erdoğan'ın kullandığı sıfatlara bakarak görüş ve düşüncelerini öğrenmek mümkün değildir.
Kirli kan: 1. anlamı pis kan, 2. anlamı 12 Eylül öncesi anarşi, 3. anlamı terörizm, 4. anlamı *** olabilir.
Halkı hor görenler: Kim, kimler? Bürokratlar mı, askerler mi, siyasetçiler mi, kim belli değil.
Ah almak: Kim, siyasi partiler mi?, Yüksek bürokratlar mı, başörtüsüne karşı çıkanlar mı?, Rektör mü?
Gençlerin: Başörtülü kızlar kastedilmesine rağmen, 'gençlerin' gibi kapalı sözcük kullanılmıştır. Kız ve erkek olduğu da belli olmadığından kapalı ifade ile ajitasyon yapılmakta.
Erdoğan, 'bıkmıştır, usanmıştır, görmeyecektir, gelmiştir, halkındır, milletindir' gibi filler ve zaman kullanarak 'kesin, kararlı sözcükleri' gündeme getirmektedir. Bunlar, kendinden emin kişilerin kullandığı sözcüklerdir.
CHP LİDERİ DENİZ BAYKAL - Dolaylı anlatımı seviyor
Konuşmalarını, önceden hazırlanarak ve notlarına bakarak yapar. Konuşması, 'doğal görünüm' arz ediyor. Sözcüklere, kendine özgü anlamlar yükler. Zengin seçenekli sözcükler kullanarak konuları açıklar. Halk dilindeki atasözlerinden ve deyimlerden yararlanır. Dolaylı anlatım ifade eden cümleleri vardır. Hitap ederken resmidir. Bitişte, 'Hepinize teşekkür ediyorum, başarılar diliyorum, saygılar sunuyorum' gibi kalıplaşmış nezaket ifadelerini kullanır.
MHP LİDERİ DEVLET BAHÇELİ - Ümitli olmayı vaat ediyor
Çoğu konuşmasında partisini milleti 'kendi özüne, kendi yol arkadaşına' benzeterek iktidar olmak için taraftar toplamak gayretindedir. 'Kıymetli dava arkadaşlarım, aziz Türk milleti' gibi hitaplarla konuşmasına devam eder. Bahçeli, 'onurlu duruş, milli menfaat, terörle mücadele, teslimiyetçiliğe hayır' gibi özlü sözcüklerle konuşmasını pekiştirmektedir. Bahçeli, seçmenlere ümitli olmayı vaat ederken, kararlı ifadeler kullanmaktadır.
DYP LİDERİ MEHMET AĞAR - Argo kelimeler kullanıyor
Diğer liderlere göre hitapları, 'Milletin evlatları, bu vatanın has çocukları, Kırat'ın eşsiz süvarileri' gibi ifadelerle farklılık gösterir. Konuşmaları nda, 'Allah'ına kadar Adana' gibi. Bitiş cümleleri ise 'Allah'a emanet olun. Allah razı olsun' gibi yerel ifadeleri kullanıyor. Argo kelimelere de konuşmalarında yer veriyor. Konuşmaları kısa ve anlaşılır cümlelerden oluşuyor. Anlatımı, halkın kolay anlayacağı şekilde basit ifadelerle yapabiliyor.
Türkçe Dünyada En Çok Konuşulan 5. Dil
Yeryüzünde 6 bin 912 dil var! Dünya nüfusunun yüzde 3'ü ise bizim dilimizi konuşuyor.
Türkler, dillerini adım attıkları her bölgeye taşımış. Dünya nüfusunun yüzde 3'ü dilimizi konuşuyor. Türkçe dünya dilleri arasında 5. sırada yer alıyor.
Türk Dil Kurumu (TDK) Başkanı Şükrü Haluk Akalın’ın yıllardır süren çalışmaları Türkçe'nin dünyada sık kullanılan diller arasında olduğunu gösteriyor. Çalışmaya göre yeryüzünde toplam 6 bin 912 dil konuşuluyor ve Türkçe bu diller arasında dünya üzerinde kullanılan ilk 5 dil arasında yer alıyor.
TÜRKÇE’YE SAHİP ÇIKALIM
Yani dünyada 220 milyon kişinin Türkçe konuşuyor. Bu da dünya nüfusunun ortalama yüzde 3’üne denk geliyor. Türkçe toplam 6 gruba ayrılıyor ve bu 6 grup içinde 39 dil bulunuyor. Haluk Akalın, Türkiye Türkçesinin 12 milyon kilometrekarelik bir alanda çeşitli kollarıyla, lehçeleriyle, şiveleriyle kullanılmakta olan Türk Dili ailesinin en büyük kolu olduğunu belirtiyor. Akalın , “Türkçe sadece Türkiye sınırları içinde kullanılmıyor. Örneğin Rusya’da Tofa Türkçe’sini sadece 30 kişi konuşuyor. Ve dillerini korumaya çalışıyorlar. Oysa bizde son yıllarda bir yozlaşma var. Örneğin iş yeri adlarının yabancı yazımı konusunda belediyeler çalışıyor. Eskiden Türkçe Fransızca’nın etkisindeydi. Şimdi İngilizce. Dilimizi korumaya çalışmıyoruz. Aksine elimizden akıp gidiyor" dedi.
ÇİNCE İLK SIRADA
Akalın en çok konuşulan dilleri ise şöyle sıraladı: 1 milyar 30 milyon kişi Çince konuşuyor. İngilizce ise ikinci sırada. Onu İspanyolca, Hintçe Urduca ve Türkçe izliyor..
Kaynak: HABERTÜRK
Türkler, dillerini adım attıkları her bölgeye taşımış. Dünya nüfusunun yüzde 3'ü dilimizi konuşuyor. Türkçe dünya dilleri arasında 5. sırada yer alıyor.
Türk Dil Kurumu (TDK) Başkanı Şükrü Haluk Akalın’ın yıllardır süren çalışmaları Türkçe'nin dünyada sık kullanılan diller arasında olduğunu gösteriyor. Çalışmaya göre yeryüzünde toplam 6 bin 912 dil konuşuluyor ve Türkçe bu diller arasında dünya üzerinde kullanılan ilk 5 dil arasında yer alıyor.
TÜRKÇE’YE SAHİP ÇIKALIM
Yani dünyada 220 milyon kişinin Türkçe konuşuyor. Bu da dünya nüfusunun ortalama yüzde 3’üne denk geliyor. Türkçe toplam 6 gruba ayrılıyor ve bu 6 grup içinde 39 dil bulunuyor. Haluk Akalın, Türkiye Türkçesinin 12 milyon kilometrekarelik bir alanda çeşitli kollarıyla, lehçeleriyle, şiveleriyle kullanılmakta olan Türk Dili ailesinin en büyük kolu olduğunu belirtiyor. Akalın , “Türkçe sadece Türkiye sınırları içinde kullanılmıyor. Örneğin Rusya’da Tofa Türkçe’sini sadece 30 kişi konuşuyor. Ve dillerini korumaya çalışıyorlar. Oysa bizde son yıllarda bir yozlaşma var. Örneğin iş yeri adlarının yabancı yazımı konusunda belediyeler çalışıyor. Eskiden Türkçe Fransızca’nın etkisindeydi. Şimdi İngilizce. Dilimizi korumaya çalışmıyoruz. Aksine elimizden akıp gidiyor" dedi.
ÇİNCE İLK SIRADA
Akalın en çok konuşulan dilleri ise şöyle sıraladı: 1 milyar 30 milyon kişi Çince konuşuyor. İngilizce ise ikinci sırada. Onu İspanyolca, Hintçe Urduca ve Türkçe izliyor..
Kaynak: HABERTÜRK
İşte Gençliğin Hâli!
ATO'nun 'Gençliğin Hali' raporuna göre, Türkiye'de 15 -24 yaşları arasında 4.4 milyon genç, eğitim ve üretim dışında. Her 100 genç erkeğin 23'ü, genç kızın 55'i, iş ve eğitim hayatında yer almıyor.
Ankara Ticaret Odası (ATO), Türkiye`de 4 milyon 422 bin gencin eğitim ve üretimin dışında kaldığını belirtti. ATO'nun, "Gençliğin Hali" raporuna göre, Türkiye'de 15 ile 24 yaş arasında, 5 milyon 830 bini kız, 5 milyon 441 bini de erkek olmak üzere 11 milyon 271 bin genç bulunuyor. Bu sayının sadece 3 milyon 425 bini çalışıyor, 3 milyon 424 bini öğrenci olduğu için üretime katılmıyor, 4 milyon 422 bin genç ise ne üretimde ne de eğitimde yer alıyor.
Rapora göre, her 100 genç erkekten 23'ü çalışma veya eğitim hayatı içinde yer almazken, bu sayı kızlarda 55'e yükseliyor. 5 milyon 830 bin genç kızdan 1 milyon 508 bini eğitimine devam ederken, 1 milyon 140 bini çalışıyor. Atıl kızların sayısı ise 3 milyon 182 bine ulaşıyor. Atıl gençlerin yüzde 72'si kızlardan oluşuyor.
Cinsiyetler arasındaki fark yerleşim yerlerinde de görülüyor. Resmi rakamlara göre yoksulların üçte ikisinin yaşadığı kırsal yerleşim yerlerinde yoksulluğu kıracak olan gençler de atıl durumda bulunuyor. Kentlerde yüzde 37 olan atıllık oranı, kırsal yerleşim yerlerinde, özellikle kızların eğitim dışında kalmaları nedeniyle yüzde 44'e yükseliyor.
EĞİTİM OLANAKLARINDAN YOKSUNLUK
"İşgücü", iş arayanlarla çalışanlardan oluşuyor. Toplam 836 bin işsiz gençle birlikte işgücünde yer alan genç nüfus 4 milyon 261 bin kişi olurken, 7 milyon 10 bin genç işgücü dışında bulunuyor. Gelişmiş ülkelerde gençlerin işgücü dışında olma nedenlerinin başında "eğitim" gelirken, Türkiye için bu durum geçerli değil. AB ülkelerinde gençlerin yüzde 87'si okudukları için işgücü içinde yer almazken, bu oran Türkiye`de yüzde 49 düzeyinde bulunuyor. AB ülkelerinde gençlerin yüzde 13'ü eğitim olanaklarından yararlanamazken, Türkiye`de gençlerin yarıdan fazlası eğitim olanaklarından yoksun olarak işgücü dışında bulunuyor.
CİNSİYETLER ARASI FARK
AB ülkelerinde eğitim nedeni ile işgücü dışında kalma oranları erkek ve kızlar arasında fazla farklılık göstermezken, Türkiye'de cinsiyetler arasında uçurum var. AB ülkelerinde 4 puan olan "cinsiyetler arası fark", Türkiye'de 40 puana fırlıyor. Genç erkeklerin yüzde 74'ü eğitim nedeni ile işgücü dışında yer alırken, bu oran kızlarda yüzde 34'e düşüyor.
Eğitim, gençlerin işgücü piyasasına girişlerinde kilit rol oynarken, gençlerin önemli bir bölümü eğitimlerini tamamlamadan okuldan ayrılıyor. Avrupa Birliği ülkelerinde gençlerin altıda biri, temel eğitimden sonra okula devam etmezken, Türkiye'de gençlerin yarısı okulu erken terk edenlerden oluşuyor. Değişen işgücü talebi düşük eğitimli gençlerin işgücü piyasasında kendilerine yer bulmalarını zorlaştırıyor.
Atıl gençlerin sadece yüzde 19'u işgücü piyasasına girmek için yolları zorluyor. 4.4 milyon atıl gençten 836 bini iş arıyor. Diğerleri geleceklerine yatırım yapmaktan tamamen yoksun bulunuyor. Atıl gençlerin yüzde 14
'ünü oluşturan 600 bin işsiz genç, çalışmak istediği halde "umutsuz" olduğu için iş aramıyor.
ÇALIŞAN GENÇLERİN YÜZDE 62'Sİ KAYIT DIŞI
Yetersiz eğitim gençlerin istihdamda istedikleri şekilde yer almasını da etkiliyor. Çalışan gençlerin yüzde 62'si sosyal güvenceden yoksun olarak çalışırken, kayıt dışılık oranı lise altı eğitimlilerde yüzde 73'e çıkıyor.
Çalışan gençlerin büyük çoğunluğunun kayıt dışı küçük işletmelerde geçici işlerde çalışması, işten çıkartılmalarını da kolaylaştırıyor. 836 bin iş arayan gençten sadece 296 bini iş piyasasına ilk kez girecek olanlardan, 540 bini de daha önce bir işte çalışırken işsiz kalanlardan oluşuyor. Çalışırken işsiz kalanların oranı 2006 yılında yüzde 62 iken, 2007 yılında yüzde 65'e yükseliyor.
DÖRTTE BİRİ TARLADA ÇALIŞIYOR
Gençlerin dörtte biri hiçbir kişisel gelir elde etmeden çalışan ve ekonomik katkıları da tam olarak ölçülemeyen kişilerden oluşuyor. Yani çoğunluğu tarlada olmak üzere, kendi işletmelerinde ücretsiz aile işçisi olarak çalışıyor. İstihdam oranlarını yukarı, işsizlik oranlarını ise aşağıya çekerek işgücü piyasasının problemlerini gölgeleyen ücretsiz aile işçiliği, gençlerin atıllık oranlarında da iyileştirici yönde etki yapıyor.
AYGÜN: "GENÇLERİMİZİN EN VERİMLİ ÇAĞLARI BOŞA GİDİYOR"
ATO Başkanı Sinan Aygün yaptığı açıklamada, Türkiye'nin 4.4 milyon gencine ne iş ne de eğitim olanağı sağlayabildiğini belirterek, "Gençlerimizin en verimli çağları boşa gidiyor. Sadece gençlerin gelecekleri değil, ülkenin de geleceği kararıyor" dedi. Ailelere bakabilecekleri sayıda çocuk sahibi olmaları önerisinde bulunan Aygün, "Eğer iyi bir gelecek sunamayacaksanız fazla çocuk yapmayın" uyarısında bulundu. Gençlerin önemli bir bölümü atıl iken işgücü piyasasına girmek isteyenlerin işinin de her geçen gün zorlaştığına dikkati çeken Aygün, şunları kaydetti:
"2008 Şubat ayı sonuçlarına göre işsizlerin yüzde 32'sini gençler oluştururken, gençlerdeki işsizlik oranı, toplam işsizlik oranının 9.6 puan üstünde gerçekleşerek yüzde 21.2 oldu. Türkiye gençlerinden yararlanamıyor, gençler eğitim ve üretime katılamıyor. Okulda veya çalışma hayatı içinde yer alması gerekirken, evde, sokakta veya kahvehanelerde vakit öldürüyorlar. Gençler için özel politikalar oluşturulmuyor, gençler ile birlikte ülkenin de geleceği kararıyor."
TÜBİTAK YOZGAT ÇAMLIĞI MİLLİ PARKINDA EKOLOJİ TEMELLİ DOĞA EĞİTİMİ - I BAŞVURULARI BAŞLADI
TÜBİTAK' ın Koordinatörlüğünde Bozok Üniversitesi, Yozgat Valiliği, Yozgat Belediye Başkanlığı, Yozgat Ticaret ve Sanayi Odası Başkanlığı, Yozgat İl Çevre ve Orman Müdürlüğü, Yozgat İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Tema Vakfı İl Temsilciliği ve Gimat Market'in Katkılarıyla Yozgat İl Milli Eğitim Müdürlüğünün Yürütücülüğünde gerçekleşecek olan YOZGAT ÇAMLIĞI MİLLİ PARKINDA EKOLOJİ TEMELLİ DOĞA EĞİTİMİ - I Projesi 28 Temmuz 6 Ağustos 2008 tarihlerinde PROF. DR. HAKKI ACUN,
PROF. DR. NİHAT BOYDAŞ,
PROF. DR. ÖCAL OĞUZ,
PROF. DR. İBRAHİM ATALAY,
PROF. DR. İHSAN BULUT,
PROF. DR. ERGİN HAMZAOĞLU,
PROF. DR. KARL STROBEL,
PROF. DR. ALİ KOÇ,
PROF. DR. MİKDAT KADIOĞLU,
DOÇ. DR. YILMAZ ARI,
DOÇ. DR. TAHA NİYAZİ KARACA,
YARD. DOÇ. DR. BAYRAM DURBİLMEZ,
YARD. DOÇ. DR. HASAN ÇELİK,
DR. GEOFFREY,
DR. FRANCİOSE SUMMERS,
ARŞ. GÖR. ÜMİT BUDAK,
OKUT. NECATİ ŞAHİN,
ERTUĞRUL KAPUSUZOĞLU
eğitmenlerin yapacağı sunumlarla Katılımcı Öğretmenler olup Çamlık Milli Parkı, Kazankaya Kanyonu, Karanlıkdere Vadisi, Hattuşaş Kerkenez ve Tavium antik kentleri ile yakın çevredeki doğal, tarihi ve kültürel çevrede uygulamalı olarak gerçekleştirilecektir. Teorik dersler ve konaklama Yozgat Ankara karayolunun 24. km'sin de yer alan Yozgat Anadolu Otelcilik ve Turizm Meslek Lisesi Uygulama Oteli'nde yapılacaktır. Katılanların Yozgat il sınırları dahilindeki bütün masrafları (konaklama-yemek-eğitim-ulaşım) Proje tarafından karşılanacaktır. Eğitim sonunda katılımcılardan başarılı olanlara "Doğa Eğitimi Sertifikası" verilecektir
MENDERES KILIÇARSLAN
PROJE YÜRÜTÜCÜSÜ
PROF. DR. NİHAT BOYDAŞ,
PROF. DR. ÖCAL OĞUZ,
PROF. DR. İBRAHİM ATALAY,
PROF. DR. İHSAN BULUT,
PROF. DR. ERGİN HAMZAOĞLU,
PROF. DR. KARL STROBEL,
PROF. DR. ALİ KOÇ,
PROF. DR. MİKDAT KADIOĞLU,
DOÇ. DR. YILMAZ ARI,
DOÇ. DR. TAHA NİYAZİ KARACA,
YARD. DOÇ. DR. BAYRAM DURBİLMEZ,
YARD. DOÇ. DR. HASAN ÇELİK,
DR. GEOFFREY,
DR. FRANCİOSE SUMMERS,
ARŞ. GÖR. ÜMİT BUDAK,
OKUT. NECATİ ŞAHİN,
ERTUĞRUL KAPUSUZOĞLU
eğitmenlerin yapacağı sunumlarla Katılımcı Öğretmenler olup Çamlık Milli Parkı, Kazankaya Kanyonu, Karanlıkdere Vadisi, Hattuşaş Kerkenez ve Tavium antik kentleri ile yakın çevredeki doğal, tarihi ve kültürel çevrede uygulamalı olarak gerçekleştirilecektir. Teorik dersler ve konaklama Yozgat Ankara karayolunun 24. km'sin de yer alan Yozgat Anadolu Otelcilik ve Turizm Meslek Lisesi Uygulama Oteli'nde yapılacaktır. Katılanların Yozgat il sınırları dahilindeki bütün masrafları (konaklama-yemek-eğitim-ulaşım) Proje tarafından karşılanacaktır. Eğitim sonunda katılımcılardan başarılı olanlara "Doğa Eğitimi Sertifikası" verilecektir
MENDERES KILIÇARSLAN
PROJE YÜRÜTÜCÜSÜ
26 Mayıs 2008 Pazartesi
Divan-ı Lügati’t Türk nasıl bulundu?
Kitabın nasıl bulunmuş olduğunu Bay Kilisli, rahmetli Ali Emiri dilinden bize yazdığı bir mektupta şöyle anlatıyor: “Meşrutiyetin ilk senelerinde Emrullah Efendi’nin Maarif Nazırlığı zamanında eski Maliye Nazırlarından Vanı Oğullarından Nazif Paşa’nın hısımı bulunan bir kadın, Sahaflar çarşısında kitapçı Bürhan Efendi’ye satılık bir kitap getirmiş. Bürhan Efendi, kitabı satmak üzere Maarif Nezareti’ne götürmüş, Nezaret, kitaba istenilen 30 sarı lirayı çok görerek almamış. Bunu üzerine Bürhan Efendi kitabı Ali Emiri’ye göstermiş, Emiri kitabın değerini tanıyarak hemen 30 liraya almış, 3 lira da Bürhan Efendi’ye komisyon vermiştir.
Rahmetli Emiri kitabı aldığına çok sevinmiş. Herkese bu Kitabın ehemmiyetinden bahsedermiş; fakat kimseye göstermezmiş. Kitabın yaprakları dağınık imiş, bunları Kilisli’ye düzelttirmiş.Divan, Türk, Divanı Lügatit Türk, Kaşgarlı Mahmut, Divan-u Lügati’t Türk
Ziya Gökalp bu Kitabı görmek için hemşehrisi Emiri Efendi’ye çok rica etmişse de ona bile göstermemiş. Kitabın basılması düşünülmüş, Ali Emiri Efendi “Kitaba bir şey olur korkusuyla- buna yanaşmak istemiyormuş. Nihayet Sadrıazam Talat Paşa’nın işa karışmasıyla Emiri Efendi - Kilisli’nin basım işlerine bakması şartıyla- razı olmuş. Birçok sıkıntılardan sonra Kitabın basım işi tamamlanmış. Böylelikle bu eşsiz eser de kaybolmaktan kurtarılmış. Kitabun Rahmetli Emiri Efendi gibi kıymet bilen bir adamın eline geçmesi, Bay Rifat gibi sayın bir zatın eliyle bastırılması, Türklük için bir nimet olmuştur. Her iki zatın da himmetleri unutulmayacak kadar büyüktür.
Kitabın basımında bazı yanlışlıklar yapılmıştır; bunlar o vakitki durumun - büyük savaşın - gerekli kıldığı bir takım haller yüzünden, biraz da acele etmekten ileri gelmiş şeylerdir; işin büyüklüğü ve yolun çetinliği yanında bu gibi şeyler her zaman bağışlanabilir
Rahmetli Emiri kitabı aldığına çok sevinmiş. Herkese bu Kitabın ehemmiyetinden bahsedermiş; fakat kimseye göstermezmiş. Kitabın yaprakları dağınık imiş, bunları Kilisli’ye düzelttirmiş.Divan, Türk, Divanı Lügatit Türk, Kaşgarlı Mahmut, Divan-u Lügati’t Türk
Ziya Gökalp bu Kitabı görmek için hemşehrisi Emiri Efendi’ye çok rica etmişse de ona bile göstermemiş. Kitabın basılması düşünülmüş, Ali Emiri Efendi “Kitaba bir şey olur korkusuyla- buna yanaşmak istemiyormuş. Nihayet Sadrıazam Talat Paşa’nın işa karışmasıyla Emiri Efendi - Kilisli’nin basım işlerine bakması şartıyla- razı olmuş. Birçok sıkıntılardan sonra Kitabın basım işi tamamlanmış. Böylelikle bu eşsiz eser de kaybolmaktan kurtarılmış. Kitabun Rahmetli Emiri Efendi gibi kıymet bilen bir adamın eline geçmesi, Bay Rifat gibi sayın bir zatın eliyle bastırılması, Türklük için bir nimet olmuştur. Her iki zatın da himmetleri unutulmayacak kadar büyüktür.
Kitabın basımında bazı yanlışlıklar yapılmıştır; bunlar o vakitki durumun - büyük savaşın - gerekli kıldığı bir takım haller yüzünden, biraz da acele etmekten ileri gelmiş şeylerdir; işin büyüklüğü ve yolun çetinliği yanında bu gibi şeyler her zaman bağışlanabilir
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)